AVUKATIN TEMYİZ DİLEKÇESİNDE MAHKEME ALEYHİNE SÖZLERİ, SAVUNMA DOKUNULMAZLIĞI
~ 14.09.2015 ~
1- Ceza Genel Kurulu’nun 14.10.2008 gün ve 170-220 sayılı kararında da belirtildiği üzere; hakaret fiilinin cezalandırılmasıyla korunan hukuki değer, kişilerin şeref, haysiyet ve namusu, toplum içindeki itibarı, diğer fertler nezdindeki saygınlığı olup, bu suçun oluşabilmesi için, davranışın kişiyi küçük düşürmeye matuf olarak gerçekleştirilmesi gerekmektedir. Somut bir fiil ya da olgu isnat etmek veya sövmek şeklindeki seçimlik hareketlerden biri ile gerçekleştirilen eylem, bireyin onur, şeref ve saygınlığını rencide edebilecek nitelikte ise hakaret suçu oluşacaktır.
Bir hareketin tahkir edici olup olmadığı bazı durumlarda nisbi olup, zamana, yere ve duruma göre değişebilmektedir. Kamu görevlileri veya sivil vatandaşlara yönelik her türlü ağır eleştiri veya rahatsız edici sözlerin hakaret suçu bağlamında değerlendirilmemesi, sözlerin açıkça, onur, şeref ve saygınlığı rencide edebilecek nitelikte somut bir fiil veya olgu isnadını veya sövmek fiilini oluşturması gerekmektedir.
İnceleme konusu somut olayda; ...Barosuna kayıtlı avukat olarak görev yapan sanığın, davalı vekili sıfatıyla ...2. Aile Mahkemesinin ... Esas sayılı boşanma davasına ilişkin dosyaya sunduğu 11.09.2006 havale tarihli temyiz dilekçesinde "yerel mahkeme, ya geçinmenin ne demek olduğunu bilmiyor ya da ağır borç yükü altında belki de on yıllar boyunca ezilme denen olgu hakkında en küçük bir fikri yok. Yerel Mahkeme bu anlayışla başkasının cebinden adalet dağıtmaya devam ediyor. Bütün bunları da dosyada bulunmayan ama kendince ihdas ettiği kanıtlara dayandırıyor." ifadelerine yer verilmiş olması nedeniyle, kamu görevlisine görevinden dolayı hakaret ettiği gerekçesiyle cezalandırılmasına karar verilmiştir.
Sanık, vekil olarak bulunduğu dosyada, sadece verilen kararı eleştirmek ve karardaki yanlışlara Yargıtay’ın dikkatini çekmek için bahse konu dilekçeyi yazdığını, tazminat davalarında esas olanın talepte bulunanı zenginleştirmek olmadığını, mahkemenin boşanma davasında çok genç yaşta bir kişiye ekonomik yönden altından kalkamayacağı bir tazminat yüklemesi nedeniyle, bunun doğru olmadığına işaret etmek amacıyla dilekçede ifadeleri kullandığını, “başkasının kesesinden ya da cebinden adalet dağıtma” ibaresinde hâkime yönelik bir kastının olmadığını, mahkemelerin verdikleri karar sonrasında ödemelerin taraflardan biri tarafından yapılacağını, mahkemelerin ya da görev yaptıkları kurum ya da devletin bu ödemeyi yapmayacağını, dilekçede kullandığı ifadelerden de bunu kastettiğini savunmuştur.
Sanığın temyiz dilekçesi verdiği, ...2.Aile Mahkemesinin 2005/1251 esas sayılı dosyasında; bir boşanma davasının açıldığı, sanığın, ...1.Noterliğince düzenlenen 29.12.2005 ve 46510 sayılı genel vekâletname ile davalının vekilliğini üstlendiği, Mahkemece 24.07.2006 tarihinde davanın kabulüne ve nafaka ödenmesinin yanında 20.000 YTL manevi ve 25.000 YTL maddi tazminatın davalıdan alınmasına karar verildiği, kararın davalı vekili sanık Avukat tarafından 11.9.2006 tarihli 3 sayfadan ibaret yazılı dilekçe ile temyiz edildiği, söz konusu dilekçede dava konusu sözcüklere yer verildiği, kararın Yargıtay 2.Hukuk Dairesince 25.04.2007 tarihinde onanmasına karar verildiği anlaşılmıştır.
Temyiz dilekçesinde yer verilen ifadelerin rahatsız edici olduğu anlaşılmaktadır. Bununla birlikte mahkeme tarafından belirlenen tazminatın, vekil edeni yönünden ödeme güçlüğü yarattığını anlatmak için sanık tarafından söz konusu temyiz dilekçesinin Yargıtay’a gönderilmek üzere dosyaya sunulması hususunun, iddia ve savunma dokunulmazlığı kapsamında ve ifade özgürlüğü bağlamında değerlendirileceği konusunda tereddüt bulunmamaktadır.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) göre, ifade özgürlüğü demokratik toplumun temelini oluşturan ana unsurlardan ve toplumun ilerlemesi ve bireyin gelişmesi için gerekli temel şartlardan birini oluşturmaktadır. AİHM, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (Sözleşme) 10. maddesinin 2. paragrafı saklı tutulmak üzere, ifade özgürlüğünün sadece toplum tarafından kabul gören veya zararsız veya ilgisiz kabul edilen "bilgi" ve "fikirler" için değil, incitici, şoke edici ya da endişelendirici bilgi ve düşünceler için de geçerli olduğunu pek çok kararında yinelemiştir. AİHM'e göre ifade özgürlüğü, yokluğu halinde "demokratik bir toplum"dan söz edemeyeceğimiz çoğulculuğun, hoşgörünün ve açık fikirliliğin bir gereğidir. 10. maddede güvence altına alınan bu hak, bazı istisnalara tabi ise de, bu istisnaların dar yorumlanması ve bu hakkın sınırlandırılmasının ikna edici olması gerekir.
Sözleşme’nin 10. maddesinin 2. paragrafı, kamu makamlarının bu özgürlüğün kullanılmasına getirebilecekleri sınırlama rejimini düzenlemektedir. Önemine binaen, ifade özgürlüğüne yapılan müdahaleler çok istisnai hallerde kabul görmekte ve Sözleşme’nin 10. maddesinin 2. paragrafı, öngördüğü sınırlama kayıtları dar yorumlanmaktadır. Bu nedenle, bir kamu makamının ifade özgürlüğüne yaptığı “müdahalenin gerekliliği” mutlaka ikna edici bir şekilde açıklanmalıdır. Sözleşme’nin anılan maddesinde, belirtilen “gerekli” olma koşulu, müdahalenin bir ‘toplumsal ihtiyaç baskısına karşılık gelmesi ve özellikle izlediği meşru amaçla orantılı olması anlamına gelir. Bir müdahalenin bu kriterleri yerine getirdiği ve dolayısıyla haklı olduğu, ulusal makamların gösterdiği gerekçelerin “ilgili ve yeterli” olmasıyla anlaşılabilecektir.
AİHM, birçok içtihadında Sözleşme’nin 10. maddesinin sadece ifade edilen düşünce veya bilginin esasını değil, aynı zamanda bunların aktarılma biçimlerini de güvence altına aldığını belirtmiştir. AİHM içtihatlarına göre, avukatlar da gerek kamuoyunun önünde gerekse yargılama faaliyetleri esnasında adaletin işleyişine dair yorum yapma hakkına sahiptirler. Ancak bu husustaki eleştiriler belirli sınırları aşmamalıdır. Bu bağlamda adaletin uygun biçimde sağlanması isteği ile yargılama makamlarının mesleki onurları arasında bir denge kurulmalıdır. Aksi takdirde, bir yargı mensubunun önyargılı ve dayanaktan yoksun bir şekilde eleştirilmesi onun itibarını kolayca zedeleyebilecektir. Ancak yine de yargı mensupları da diğer kişiler gibi özellikle kamu yararını ilgilendiren konularla ilgili yapılan eleştirilerde kendilerine karşı yapılan eleştirilere karşı belli bir oranda hoşgörü göstermek zorundadırlar.
İkinci olarak, AİHM’e göre, ifadelerin olgusal iddialar mı yoksa değer yargıları olarak mı kategorize edildiği incelemelidir. Bir olayın olup olmadığı kanıtlanabilir bir husus iken, bir değer yargısının kanıtlanmasının istenmesi ifade özgürlüğüne müdahale oluşturabilecektir. AİHM içtihatlarından çıkan sonuçtan anlaşılmaktadır ki, ulusal hukukun bu ayırımı öngörmemesi dahi tek başına ifade özgürlüğüne aykırılık oluşturabilecektir. Yargılamaya konu olan ifadelerin değer yargısı içerdiğine karar verildiğinde ise, bu yargıları destekleyecek 'yeterli bir olgusal temelin' mevcut olup olmadığı AİHM tarafından göz önünde bulundurulmaktadır. Zira değer yargılarının en azından belli düzeyde olgusal temel içermesi gerektiği kabul edilmektedir. Bununla birlikte, bir değer yargısının sadece basit bir olaya dahi dayanması yeterlidir. Ancak hiçbir veriye dayanmayan bir değer yargısı AİHM tarafından aşırı olarak değerlendirilebilmektedir.
Son olarak, AİHM’e göre adil yargılama ilkesi, taraflar arasında serbest, hatta enerjik bir görüş alışverişini gerekli kılmaktadır. Bu nedenle, bir yargılama sırasında sanığın ya da savunma makamının ifade özgürlüğüne getirilen sınırlamalar dar yorumlanmalıdır. Zira, yargılama makamlarına karşı kullanılan ifadeler görevi sırasındaki hakim ve savcıların onuruna dönük bir saldırı olarak kabul edilse dahi üst sınırdan verilen ceza, izlenen meşru amaçla orantılı kabul edilmeyecektir.
AİHM, Lesnik – Slovakya davasında, ilk olarak kamu görevlilerinin görevlerini yerine getirirken hoşgörü göstermeleri gereken eleştiri sınırının diğer insanlara göre daha geniş olduğunu, ancak, kamu görevlilerinin siyasetçilerde olduğu gibi her türlü söylemlerini yakın denetime açtıkları anlamına gelmeyeceğini, üstelik görevlerini hakkı ile yerine getirebilmeleri için kamu güvenine sahip olmaları gerektiğini; bunun ise kamu görevlilerinin asılsız suçlamalara karşı korumakla sağlanabileceğini vurgulamıştır.
AİHM, Schöprer/ İsviçre davasında ise, davanın taraflarından biri olan avukatların yargı sistemine saygılı olması gerektiğini, avukatların, hâkimler aleyhine aşırı abartılı veya hakaretvari bir dil kullanmamalarını, ancak yargı hakkında aleni tartışmalarda yer alma hakkına sahip olabileceklerini belirtmiştir.
Savcı tarafından tanıklık yapmak için mahkemeye bir kişinin çağırılması işlemini “manipülasyon ve kanıtların yasadışı yollarla sunulması” olarak nitelendirmesi nedeniyle, başvuran hakkında, yargılama sırasında kullandığı ifadelerden ötürü hakaret davası açılarak para cezasına çarptırıldığı Nikula – Finlandiya davasında, AİHM, resmi görev yapan memurlara karşı kabul edilebilir eleştiri sınırlarının sade kişilere göre daha geniş olduğunu, ancak bu memurların davranışlarının, tıpkı politikacılar gibi, sürekli denetim altında olacağı ve bu nedenle her türlü eleştiriye göğüs germeleri gerektiği anlamına gelmediğini, aksine görev başındaki memurların sözlü hakaret mahiyetindeki saldırılara karşı korunması gerektiğini yinelemiştir. Bununla birlikte AİHM’e göre, bu davada hakaret içeren bir saldırı söz konusu değildir. Başvuranın temel eleştirisi, sert de olsa, savcının dava devam ederken seçtiği yöntem hakkındadır. Dolayısıyla, savcının mesleki veya diğer nitelikleri hedef yapılmamıştır. Bu nedenle AİHM’e göre, savcı bu eleştirileri hoşgörü ile karşılamalıdır. AİHM, ayrıca, içtihadındaki sonucuna ulaşırken, ifadelerin medya önünde değil, sadece duruşma salonunda söylenmiş olduğunu da özellikle vurgulamıştır. Nitekim AİHM, göre ancak çok istisnai hallerde savunma avukatının ifade özgürlüğüne getirilen bir sınırlama kabul edilebilecektir.
Somut olayda, sanığın avukat olması ve söz konusu eylemin avukatlık görevinin yerine getirilmesi sırasında işlenmesi savunma dokunulmazlığını gündeme getirmektedir. Avukatlar görevlerini ifa ederken belli koşullar içinde bazı isnatlarda bulunabilir, bunu yaparken de bazen muhatapları küçük düşürücü ifadeler kullanabilirler. Ancak bu esnada iddia ve savunmanın gerekliliği ile orantılı hareket etmek zorundadırlar. Savunma dokunulmazlığından söz edilebilmesi için eylemin iddia veya savunma niteliğindeki evrak ile ilgili olarak yapılması, eylemin, yargı organlarına verilen dilekçelerde veya bu organlar huzurunda yapılması ve bu hak kullanılırken sınırın aşılmaması gerekmektedir. (Yargıtay Ceza Genel Kurulu, 17.07.2007 tarih ve 2007/174 karar)
Sonuç olarak, sanık tarafından temyiz dilekçesinde kullanılan ifadelerin, TCK'nın 128. maddesinde düzenlenen iddia ve savunma dokunulmazlığı kapsamında kaldığı gibi, değer yargısı niteliğine sahip olduğunun, bu itibarla somut bir fiil ya da olgu isnat etmek şeklinde kabul edilemeyeceğinin, ayrıca söylendiği yer ve zaman unsurları da gözetildiğinde katılanın onur, şeref ve saygınlığını rencide edici boyutta olmayıp, eleştiri niteliğinde bulunduğunun, aksi düşüncenin suçla korunmak istenen değeri ölçüsüz bir şekilde genişletmek ve ifade özgürlüğünü ön plana çıkaran evrensel hukuk düşüncesiyle bağdaşmayan bir yorum anlamına geleceğinin anlaşılması karşısında, hakaret suçunun unsurlarının somut olayda oluşmadığı gözetilmeden, sanığın beraati yerine, hükümlülük kararı verilmesi,
Kabule göre de; hakaret suçu nedeniyle dosyaya yansıyan ve talep edilen (somut) maddi bir zararın bulunmaması, manevi zararın ise hükmün açıklanmasının geri bırakılmasının uygulanmasına engel oluşturmaması karşısında, sanıkların kişilik özellikleri ile duruşmadaki tutum ve davranışları göz önünde bulundurularak, yeniden suç işleyip işlemeyeceği hususunda bir değerlendirme yapılıp, hükmün açıklanmasıyla ilgili bir karar verilmesi gerekirken,“dosya kapsamına göre ve takdiren” biçimindeki yetersiz ve kanuni olmayan gerekçeyle CMK'nın 231/5. maddesinin uygulanmasının yer olmadığına karar verilmesi kanuna aykırıdır (18. Ceza Dairesi, 22.5.2015, 1393/1782)
Hits: 15749