Sözleşmeden doğan sorumluluğun şartları; borçlunun borca aykırı davranması, bu aykırı davranış nedeniyle bir zararın doğması, aykırı davranış ile zarar arasında uygun illiyet bağı bulunması ve borçlunun kusurudur.
Sözleşmeden doğan borç ilişkileri, asli edim ve yan edim yükümlülükleri ile yan yükümlülükleri içermektedir. Borçlu bu yükümlülüklere uygun hareket etmek ve bunların gereklerini yerine getirmek zorundadır. Borç ilişkisinden ve özellikle sözleşmeden doğan bu yükümlülüklerin ihlal edilmesi aynı zamanda borçlunun borca aykırı davranması hâlini oluşturmaktadır. Borca aykırı davranış aynı zamanda sözleşmenin ihlali niteliğinde olup kusurlu ifa imkânsızlığı (borcun hiç ifa edilmemesi), temerrüt veya gereği gibi ifa etmeme olarak karşımıza çıkmaktadır.
Sözleşmeden doğan sorumluluktan bahsedilebilmesi için öncelikle borca aykırılığın sonucunda alacaklının hukukça korunan değerlerinde iradesi dışında bir zararın meydana gelmesi gerekir. Borca aykırılık nedeniyle doğan zarar, maddi veya manevi zarar şeklinde ortaya çıkabilir. Maddi zarar, alacaklının mal varlığının hâlihazır fiili durumu ile borca aykırı davranış olmasaydı göstereceği durum arasındaki farktır. Bu itibarla maddi zarar, fiili zarar ve yoksun kalınan kâr olmak üzere iki unsurdan oluşur. Fiili zarar ya malvarlığının aktif kısmında gerçek bir azalmanın meydana gelmesiyle ya da pasifteki borçların artmasıyla gerçekleşir. Yoksun kalınan kâr ise, borca aykırı davranış olmasaydı alacaklının malvarlığının göstereceği artışı ifade eder.
Zararın belirlendiği tarihe kadar gerçekleşmiş olan zarara mevcut zarar denir. Zararın belirlendiği tarihe kadar henüz gerçekleşmemiş olan fakat başka bir maddi olgu eklenmeksizin olayın normal gelişimine uygun olarak gerçekleşmesi beklenen zarar ise müstakbel zarardır. Ayrıca henüz mevcut olmayan fakat riskli bir olgunun ilavesi ile gelecekte gerçekleşme ihtimali olan zarar ise muhtemel zarardır. Hukuk düzeni kural olarak mevcut zararın tazminini düzenlemiş, ancak bazı durumlarda, örneğin ölüm hâlinde destekten yoksun kalma zararı gibi müstakbel zararın tazminini de düzenlemiş bulunmaktadır. Buna karşılık muhtemel zararda ise riskli olgu gerçekleşmedikçe zararın tazmini mümkün değildir.
Sözleşme dışı sorumlulukta olduğu gibi sözleşmeden doğan sorumlulukta da uygun illiyet bağı borçlunun sorumluluğunun kurucu unsurlarının birini oluşturur. Borca aykırı davranış ile gerçekleşen zarar arasında uygun illiyet bağı, olayların olağan akışına ve hayat tecrübesine göre, borca aykırı davranışın meydana gelen sonucu oluşturmaya elverişli olmasıdır. Uygun illiyet bağı, sorumluluğu, borçlu bakımından öngörülebilir risklerle sınırlamaktadır.
İlliyet bağı; mücbir sebep, zarar görenin kendi kusuru veya üçüncü kişinin kusuru nedeniyle kesilebilir. Aynı zamanda sorumluluktan kurtulma sebebi olan bu üç sebep, sadece sözleşme dışı sorumlulukta değil sözleşmeden doğan sorumlulukta da kabul edilmektedir. Her üç sebep açısından da, illiyet bağının kesildiği iddiası, sorumlu kişiler tarafından açıkça ispatlanmadıkça kabul edilmemelidir.
Sözleşmeden doğan sorumluluğun kurucu unsuru olan kusur; borçlunun mensup olduğu sosyal ve mesleki çevrede yaşayan standart ve normal borçlu tipinin davranışından sapan hukuk düzeninin kınadığı, onaylamadığı bir davranıştır. Bu itibarla benzer işlerde benzer kişiler tarafından gösterilmesi gerekli özeni göstermeyen borçlu kural olarak kusurludur. Gösterilmesi gereken özenin derecesini, borçlunun kendi işlerinde göstermeyi âdet edindiği özen ile makul ve dürüst bir borçlunun benzer işlerde göstereceği özen belirlemektedir. Öte yandan sözleşmeden doğan sorumlulukta zarar ve illiyet bağının ispatı alacaklının üzerinde iken; kusuru ispat yükü alacaklının üzerinde değildir. Sözleşme dışı sorumluluğun aksine burada borçlunun kusursuzluğunu ispat etmesi gerekmektedir. Dolayısıyla borçlu, sözleşmenin ihlalinde kendisine hiçbir kusurun yükletilemeyeceğini, zararlı sonucun meydana gelmemesi için durumun gerekli kıldığı her türlü önlemi aldığını ispat edemezse beklenmedik bir olay sonunda meydana gelen zarardan dahi sorumlu olur.
Bankalar, özel yasa ile kurulan ve kendilerine alanlarında çeşitli imtiyazlar tanınan, topladıkları mevduatı ve katılım fonlarını sahteciliklere karşı özenle korumak zorunda olan kuruluşlardır. Bankalar sahip oldukları bu vasıfları sebebiyle bankacılık işlemlerinin güvenilen tarafı konumundadırlar. Bu durum, bankaların bir güven kurumu olarak kabul edilmesini ve bankanın sorumluluğunun özel güven sebebiyle ağırlaştırılmasını gerektirir. O hâlde, bankalar, ağırlaştırılmış sorumluluğun bir gereği olarak objektif özen yükümlülüğü altında bulunmakta olup, hafif kusurlarından dahi sorumludurlar. Ayrıca bu sorumluluğu kaldırmaya yönelik sözleşmeler de geçerli değildir. Zira sorumsuzluk sözleşmesi hükümlerine sınırlama getiren TBK 115/3 ve 116/3. maddeleri gereğince, özel kanun ile kuruldukları ve kendilerine alanlarında çeşitli imtiyazlar tanındığı için bankaların, hafif kusurlarından dolayı ortaya çıkan sorumluluğunu kaldıran sözleşme hükümleri geçersiz olacaktır.
Türk Ticaret Kanunu’nun (TTK) 18/2. maddesi gereğince; tacir, ticaretine ait bütün faaliyetlerinde basiretli iş adamı gibi hareket etmesi gerekir. Ancak bankaların, tacir olarak bütün işlemlerinde basiretli davranma yükümlülüğü herhangi bir tacirden farklılık arz etmektedir. Bu sebeple bankalardan beklenen basiret ölçüsü ve özen yükümlüğü şüphesiz daha ağırdır. Özellikle birer itimat kurumu olan bankaların, aldıkları mevduatları ve kendilerine teslim edilen kambiyo senetlerini koruma yükümlülüğünün daha da arttığının kabul edilmesi gerekmektedir.
Bazı durumlarda ise zarar doğurucu eylem hem borca aykırılık hem de haksız fiil teşkil edebilir. Başka bir deyişle borçlunun zarar görenle arasındaki sözleşmeye aykırı davranışı aynı zamanda genel bir davranış kuralının da ihlâlini teşkil etmekteyse, aynı olayda hem sözleşmeden doğan sorumluluk hem de haksız fiil sorumluluğu söz konusu olacaktır. Açıklanan durumun varlığı hâlinde Türk hukukunda hâkim olan görüş bu iki sorumluluğun yarışması (hakların telâhuku) görüşüdür. Hakların yarışmasında, zarar görenin tazminat istemini isterse sözleşmenin ihlâli isterse haksız fiil hükümlerine dayandırma yönünde bir tercih hakkının bulunduğu; dayanılan hukukî sebep açıkça belirtilmediyse, hâkimin önüne gelen olay bakımından hangi sorumluluk hâli zarar gören lehine ise o hükümleri bir bütün olarak uygulaması gerektiği kabul edilir.
Somut olay değerlendirildiğinde; davacının hamili olduğu 22.09.2008 ödeme tarihli 4.500TL bedelli, lehtarı ve dolayısıyla cirantası dava dışı B. A. olan dava konusu bononun, borçlusu olan keşideci .... Turizm Otelcilik Seyahat ve Yatırım İşletmeleri İnşaat Ticaret Sanayi Ltd. Şti.’nden tahsili amacıyla davalı bankaya tevdi edildiği, ancak dava konusu bononun davalı banka nezdinde iken kaybolduğu, bunun üzerine davacının talebi doğrultusunda Konya 2. Sulh Hukuk Mahkemesinin 14.02.2013 tarihli ve 2012/898 E., 2013/170 K. sayılı kararıyla dava konusu bononun iptaline karar verildiği, zayi olan bononun iptali sonrasında davacı tarafından bono borçlusu şirket aleyhine Konya 3. İcra Müdürlüğünün 2013/1216 E. sayılı dosyası üzerinden icra takibinin başlatıldığı ancak borçlunun menkul ve gayrimenkul varlığı bulunmadığından anılan icra takibine konu alacağın tahsil edilemediği sabittir.
Davalı banka, aralarındaki sözleşme gereğince davacı tarafından kendisine teslim edilen bonoyu kaybederek objektif özen yükümlülüğüne açıkça aykırı davranmıştır. Davacı tarafından bono borçlusu/keşidecisi aleyhine yapılan takip gözetildiğinde yapılması gereken tüm hususlar yerine getirilmesine rağmen davacının alacağına kavuşamadığı ve dolayısıyla davacının zararının varlığının aşikâr olduğu anlaşılmaktadır. Bununla birlikte davalı bankanın bu zarardan sorumlu tutulabilmesi için davalının borca aykırı eylemi ile davacının oluşan bu zararı arasında illiyet bağının bulunması gerekir. Başka bir deyişle uygun illiyet bağının varlığı için davalının eylemi olmasaydı davacının, dava konusu bononun vade tarihi itibariyle alacağına kavuşma ihtimali bulunmalıdır. Eğer dava konusu bono kaybedilmeseydi dahi davacının gerekli hukukî yollara başvurmasına rağmen alacağına kavuşmasının mümkün olmadığı sonucuna varılıyorsa illiyet bağının varlığından bahsedilemeyecektir. Bu kapsamda davalı bankanın bononun kaybedilmesi nedeniyle sorumlu olması için, hamilin zayi nedeniyle alacağını ispatlayamaması veya ispat zorluğu çekilmediği hâlde, bononun vade tarihi ile icra takip tarihi arasında borçluların mallarını ellerinden çıkarması nedeniyle gerek bono borçlusu ve gerekse akdi ilişkisi olan borçlularından alacağını tahsil edememesi gerekir.
Bu doğrultuda her ne kadar dava konusu bononun lehtarına/cirantasına başvurulup başvurulmadığı araştırılıp davacının bono bedelini tahsil imkânının bulunup bulunmadığı belirtilerek hâsıl olacak sonuca göre bir karar verilmesi gerektiğinden bahisle bozma kararı verilmiş ise de; dosya kapsamında yapılan incelemede davacı ile dava konusu bononun lehtarı/cirantası arasındaki ticari ilişkinin mevcudiyetine dair kaybedilen bonodan başka herhangi bir bilgi ve belge bulunmamaktadır. Bunun yanında dava konusu zayi olan bononun protesto evrakının da dosyaya sunulamaması nazara alındığında, bononun lehtarına/cirantasına karşı bono bedelinin tahsili için takip yapılması imkânı bulunmadığı gibi protesto evrakının bulunması hâlinde dahi dava konusu bononun davalı banka tarafından kaybedilmiş olması nedeniyle de lehtara/cirantaya karşı bonoya dayalı takip işlemi yapılması mümkün değildir. Dolayısıyla davacı tarafın, bononun davalı banka tarafından kaybedilerek zayi edilmesi sebebiyle bononun lehtarı/cirantası ile arasındaki ticari ilişkiden doğan alacağını ispat imkânını yitirmiş olması nazara alındığında, bono bedelinin keşideci şirket yanında bononun lehtarından/cirantasından tahsilinin de mümkün olmadığı açıktır.
O hâlde, zayi olan dava konusu bononun keşidecisi şirketin, bononun vade tarihine yakın tarihlerdeki banka hesap hareketlerine göre bono bedelini ve fer’îlerini karşılayacak miktarda malvarlığı bulunmasına rağmen davalı bankanın objektif özen yükümlülüğüne aykırı fiili ile dava konusu bononun kaybedilmesi sonucu davacının, bono keşidecisi şirketten alacağını tahsil imkânını yitirerek zarara uğradığı açıktır. Bunun yanında davacının, dava konusu bononun lehtarı/cirantası ile arasındaki akdi ilişkiye dair dava konusu zayi olan bonodan başka herhangi bir bilgi veya belgenin bulunmaması ve ispat zorluğu nedeniyle bononun lehtarından/cirantasından da alacağını tahsil imkânını yitirmiş olması nazara alındığında, bononun kaybedilerek zayi edilmesi sonucu ortaya çıkan zarar nedeniyle davalı banka aleyhine tazminata hükmedilmesinde bir isabetsizlik bulunmamaktadır.