İnşaat Sözleşmesinden Kaynaklanan Munzam Zarar İçtihatları
~ 02.07.2011 ~
Munzam zarar olarak talep edilen ve mahkemece hüküm altına alınması gereken masraf hesap edilirken, yapılan masrafın gerçek miktarı güncelleme yapılmadan dikkate alınmalı ve bu miktara ayrıca KDV ilave edilmemelidir. Davacı şirketin alacağına geç kavuşması nedeniyle bankalardan almış olduğu kredilere ödemiş olduğu faiz miktarı, davacının açmış olduğu alacak davası sonucunda saptanan kesin alacağı oranında munzam zarara yansıtılması ve miktarın güncelleme yapılmadan hesaplanması gerekir (15. HD. 10.4.2008, 7441/2339).
Kural olarak alacaklının düçar olduğu zarar geçmiş günlük faizinden fazla olduğu surette borçlu kendisine hiçbir kusur isnat edilemeyeceğini ispat etmedikçe bu zararın tazmini ile yükümlüdür. Ancak zararın somut delillerle ortaya konulması zorunludur. Mahkemece, davacının dosyaya sunduğu delilleri toplanmalı aleyhine yapılan takipler nedeniyle ve almış olduğu krediler için fazladan ödemek durumunda kaldığı faiz, ceza gibi somut olarak uğradığı zararlar gerektiğinde davacının defter ve kayıtları da bilirkişiye incelettirilmek suretiyle varsa munzam zararı hesaplatılmalıdır (15. HD. 3.3.2008, 6046/1345).
Dava,eser sözleşmesinden kaynaklanan iş bedelinin zamanında ödenmemesi nedeniyle uğranılan munzam zarar alacağının tahsili istemine ilişkindir. Alacaklı, uğradığı zararın kendisine ödenen temerrüt faizinden fazla olduğunu ispat etmek zorundadır. Soyut enflasyonun ya da bankalarda mevduat için ödenen faizin temerrüt faizinden yüksek oranda olması munzam zararın gerçekleştiği ve kanıtlandığı anlamına gelmez. Burada davacının kanıtlaması gereken husus enflasyon ve mevduat faizinin yüksekliği gibi genel olgular değil, kendisinin şahsen ve somut olarak geç ödemeden dolayı zarar gördüğü keyfiyetidir (15. HD. 11.2.2008, 6169/779).
Yasa koyucu para borcunun geç ödenmesi halinde bir zararın mevcut olduğunu kural olarak benimsemiştir. Bu zararın karşılanması iki bölümde düşünülmüştür. Birinci bölüm kanıtlanmadan ödenmesi talep edilecek zarar miktarıdır ki bu temerrüt faizidir. Diğer bir deyişle temerrüt faizi miktarınca alacaklının zarara uğradığı yasal bir karine olarak kabul edilmiştir. Bunun dışında davacının herhangi bir karineden istifade etmek olanağı yasal olarak mevcut değildir. Dava konusu somut olaydaki ana fikir, ana düşünce temerrüt faizini aşan bir zararın mevcut olup olmadığıdır. Yüksek enflasyon, dolar kurundaki artış, serbest piyasadaki faiz oranlarının yüksek oluşu davacıyı ispat yükünden kurtarmaz. Zira; davacı para alacağını zamanında alması halinde ne şekilde kullanacağını kanıtlayamamıştır. Ayrıca alacaklı, uğradığı zararın kendisine ödenen temerrüt faizinden fazla olduğunu ispat etmek zorundadır. Soyut enflasyonun ya da bankalarda mevduat için ödenen faizin temerrüt faizinden yüksek oranda olması munzam zararın gerçekleştiği ve kanıtlandığı anlamına gelmez. Burada davacının kanıtlaması gereken husus enflasyon ve mevduat faizinin yüksekliği gibi genel olgular değil, kendisinin şahsen ve somut olarak geç ödemeden dolayı zarar gördüğü keyfiyetidir. Örneğin alacağını zamanında tahsil edememekten ötürü, başkasına olan borcunu ödemek için daha yüksek oranda faizle borç aldığını, alacaklı olduğu parayı zamanında alsa idi yabancı para ile ödemek durumunda olduğu borcunu, geçen süre içinde gerçekleşen bu fark sebebiyle daha yüksek kurdan ödemek zorunda kaldığını kanıtlamak durumundadır. Ülkede yaşanan ekonomik kriz nedeniyle paranın döviz karşısında hızlı değer kaybı, yüksek enflasyon gibi genel afaki ve doğrudan davacının zararını ifade etmeyen umumi ekonomik konjonktürel olgular BK.nun 105. maddesinde sözü edilen munzam zararın varlığını göstermez. Davacı dava dilekçesinde alacağın zamanında ödenmemesi nedeniyle bankadan kredi kullanmak zorunda kaldığını iddia etmiş, 09.12.2004 tarihli delil listesinde de bu konudaki delillerini ibraz etmiştir. Mahkemece davacının talep ettiği döneme ilişkin olan ve delil listesinde bildirilmiş bulunan banka kredileri ile ilgili gerekli araştırma ve inceleme yapılarak davacının defter kayıtları ile belgeleri de incelenmek suretiyle konusunda uzman kişilerden yeniden oluşturulacak bilirkişi kurulundan rapor alınmak suretiyle davacının faizi aşan bir zararının mevcut olup olmadığı, zarar var ise miktarı saptanmak suretiyle sonucuna göre bir karar verilmelidir (15. HD. 11.2.2008, 5953/780).
Enflasyonun yüksek seyretmesi, döviz fiyatlarındaki aşırı artışlar TEFE, TÜFE fiyatlarındaki değişiklikler bizatihi munzam zararın ispatı için yeterli olmayıp davacı alacaklı munzam zarar alacağının oluştuğunu fiilen ispatlamak durumundadır (15. HD. 28.5.2007, 657/3556).
Munzam zarar talebine ilişkin davalarının kabul edilebilmesi için; alacaklının alacağına geç kavuşması nedeniyle faizi aşan bir zararının olduğunu kanıtlaması gerekir. Zarar, "örnek olmak üzere; ödemenin gecikmesinden ötürü bankalardan kredi kullanılarak fazladan faiz ödenmesi; alacağın geç ödenmesi nedeniyle icra takibine maruz kalınması ve yine bundan dolayı sabit bir değerin elden çıkartılması... gibi" somut şekilde kanıtlanmalıdır. Soyut olarak enflasyonun yada bankalarda mevduat için ödenen faizin, temerrüt faizinden yüksek oranda olması munzam zararın gerçekleştiği ve kanıtlandığı anlamına gelmez (15. HD. 26.4.2006, 3025/2472).
Munzam zarar alacağının, asıl alacak davasıyla birlikte talep edilmesi mümkün olduğu gibi, daha sonra müstakil bir davada istenmesi de mümkündür. Asıl alacak davasının açıldığı tarihte, alacağın geç tahsili nedeniyle oluşan munzam zararın miktarının tespiti imkân dahilinde ise aynı tarihte davanın açılmasının gerektiği ve zamanaşımının o tarihte başladığı düşünülebilir ise de alacağın hiç ödenmemesi veya kısmen ödenmesi halinde oluşacak zararın miktarının tespiti mümkün olmadığından, munzam zarar davalarında zamanaşımının başlangıç tarihinin alacağın tamamının tahsil edildiği tarih olarak düşünülmesi gereklidir (15. HD. 6.3.2006, 100/1235).
Alacaklı zararının temerrüt faizinden daha fazla olduğunu ispat etmek zorundadır. Bu ispat, somut şekilde, örneğin; para alacağının geç ödenmesi nedeniyle bankadan kredi kullanılması, alacağın geç alınmasından icra takibine uğranılması ya da bu gecikmeden ötürü sabit bir değerin elden çıkarılması ... gibi yapılabilir. Şayet temerrüt faizini aşan zarar somut olarak kanıtlanmamışsa iddia başka bir yolla ispat edilmiş kabul edilemez. Bundan dolayı davacı zararının bazı varsayımlarla gerçek kabul edilmesi yasa hükmüne aykırı olmuştur. Davacı zararının varlığını somut şekilde ortaya koyarak kanıtlayamadığından davanın reddi gerekir (15. HD. 7.11.2005, 648/5864).
Bu tür davaların kabul edilebilmesi için alacaklının alacağına geç kavuşması nedeniyle faizi aşan bir zararının olduğunu da kanıtlaması gerekir. Bu zarar, örnek olmak üzere; ödemenin gecikmesinden ötürü bankalardan kredi kullanılarak fazladan faiz ödenmesi, alacağın geç ödenmesi nedeniyle icra takibine maruz kalınması ve yine bundan dolayı sabit bir değerin elden çıkartılması... gibi somut şekilde kanıtlanmalıdır. Olayda davacı açıklanan biçimde bir delil getirerek temerrüt faizini aşan zararını somut şekilde kanıtlayamadığından davanın reddi gerekir (15. HD. 11.5.2005, 5092/2927).
Yasa koyucu para borcunun geç ödenmesi halinde bir zararın mevcut olduğunu kural olarak benimsemiştir. Bu zararın karşılanması iki bölümde düşünülmüştür. Birinci bölüm, kanıtlanmadan tahsili talep edilecek zarar miktarıdır ki bu temerrüt faizidir. Diğer bir deyişle temerrüt faizi miktarınca alacaklının zarara uğradığı yasal bir karine olarak kabul edilmiştir. Bunun dışında davacının herhangi bir karineden istifade etmek olanağı yasal olarak mevcut değildir. Davacı temerrüt faizini aşan bir zararının mevcut olduğunu kanıtlamamıştır. Yüksek enflasyon, dolar kurundaki artış, serbest piyasadaki faiz oranlarının yüksek oluşu davacıyı ispat yükünden kurtarmaz. Zira davacı para alacağını zamanında alması halinde ne şekilde kullanacağını ispat etmemiştir. Ayrıca alacaklı, uğradığı zararın kendisine ödenen temerrüt faizinden fazla olduğunu kanıtlamak zorundadır. Soyut, enflasyonun ya da bankalarda mevduat için ödenen faizin, temerrüt faizinden yüksek oranda olması munzam zararın gerçekleştiği ve kanıtlandığı anlamına gelmez. Burada davacının kanıtlaması gereken husus enflasyon ve mevduat faizinin yüksekliği gibi yerel olgular değil, kendisinin şahsen ve somut olarak geç ödemeden dolayı zarar gördüğü keyfiyetidir. Örneğin, alacağını tahsil edememekten ötürü, başkasına olan borcunu ödemek için daha yüksek oranda faizle borç aldığını, alacaklı olduğu parayı zamanında alsa idi yabancı para ile ödemek durumunda olduğu borcunu, geçen süre içinde gerçekleşen bu fark nedeniyle daha yüksek kurdan ödemek zorunda kaldığını kanıtlamak durumundadır. Dava dilekçesinde ileri sürüldüğü gibi enflasyon ve paranın satın alma gücü, döviz kurlarındaki artışlar, devlet tahvili faiz oranları gibi faktörler genel, afaki ve doğrudan davacının zararını ifade etmeyen ekonomik konjonktürel olgular olup, BK.nun 105. maddesinde sözü edilen munzam zararın tazminini gerektirmez. Somut olayda faiz oranları döviz kur artışları Tüfe, Tefe oranları dikkate alınarak hazırlanan bilirkişi raporuna dayanılarak davanın kısmen kabulüne karar verilmesi de isabetli olmamıştır. Tüm bu nedenlerle davacı zararın varlığını açıklanan olgular ışığında ortaya koyup kanıtlayamadığından yerel mahkemece davanın reddine karar verilmesi gerekir (15. HD. 21.3.2005, 4662/1596).
Para borçlarında borçlu temerrüdünün bir sonucu da munzam zararın tazminidir. Kural olarak alacaklı, zararın temerrüt faizini aşan miktarda olduğunu somut delillerle ispat etmek ve illiyet bağının bulunduğunu da kanıtlamak zorundadır. Bu itibarla davacının ibraz ettiği deliller toplanarak munzam zararın varlığı kanıtlandığı takdirde davanın kabulü gerekirken bu yolda hiçbir araştırma ve inceleme yapılmaksızın dolar ve altının 1993-2001 yılları arasındaki artış oranı mücerret munzam zarar olarak kabul edilerek hüküm altına alınması doğru olmamıştır (15. HD. 10.1.2005, 1621/33).
Temerrüt faizi, borçlunun para borcunu zamanında ödememesi ve temerrüde düşmesi üzerine Borçlar Kanunu'nun 103. maddesi gereği kendiliğinden işlemeye başlayan ve temerrüdün devamı süresinde varlığını sürdüren bir karşılık olması itibariyle, zamanında ifa etme olgusuyla doğrudan bir bağlantı içerisindedir. Borçlu kusurlu olsun olmasın, sonuçta borç alacaklıya zamanında ödenmemiş demektedir. Alacaklıya zararın varlığını ve miktarını ve borçlunun kusurunu ispat zorunda kalmaksızın temerrüt faizini talep edebilme hakkı tanımıştır. Giderek, faiz yükümlülüğünün doğumu için borçlunun alıkoyduğu para miktarından yarar sağlaması şart olmadığı gibi, bu yararların iadesi amacını da taşımaz. Diğer taraftan temerrüt faizi talep edebilmek için borçlunun temerrüde düşmekte kusurlu olması şart değildir. Borçlu bu konuda kendisine hiçbir kusur yüklenemeyeceğini ileri sürerek ve bunu kanıtlayarak faiz ödeme yükümlülüğünden kurtulamaz. Bunun yanında temerrüt faizi, sözleşmeden doğan para borçlarının yanı sıra, sözleşme dışı hukuki ilişkiden kaynaklanan para borçlarında da uygulama alanı bulabilir. Davamızın konusu olan munzam zarar ise, Borçlar Kanunu'nun 105. maddesinde düzenlenmiştir. Anılan madde hükmüne göre alacaklı, geç ödeme sebebiyle az yukarıda açıklanan geçmiş günler için öngörülen faizle karşılanamayacak bir zarara uğramış ise, borçlu geç ödemeden dolayı kendisinin hiçbir kusurunun bulunmadığını ispat etmedikçe, bu zararı karşılamak zorundadır. Borçlar Kanunu'nun 103. maddesinde öngörülen faizi aşan zararın ödenebilmesi için, uğranılan zararın varlığı ile miktarının kanıtlanması gerekir. Bu zarar kanıtlandığı takdirde borçlu, ancak kendisinin geç ödemeden dolayı hiçbir kusuru bulunmadığını ispat etmesi halinde bu zararın ödenmesi yükümlülüğünden kurtulabilir. Bu konuda kanıtlanması gereken, muayyen paranın gününde ödenmemesinden doğan zarardır. Alacaklı davacı, fiilen uğradığı zararın ne olduğunu ve miktarını kanıtlamak durumundadır. Doğaldır ki bu zarar, paranın zamanında ödenmemesinden dolayı mahrum kalınan "muhtemel kar" ya da "farz edilen gelir" değildir. Bu zarar, davacının öz varlığından, ekonomik ve sosyal faaliyetlerinden, toplum içerisindeki statüsünden, başına gelen olaylardan kaynaklanan, somut olgular nedeniyle uğramış olduğu fiili zarardır. Hal böyle olunca, iddia olunan zararı doğuran somut vakıanın ve bu nedenle uğranılan zararın kanıtlanması gerektiği, duraksama yaratmayacak kadar açık bir olgudur. Faiz oranlan Borçlar Kanunu ve 3095 sayılı Kanuni Faiz ve Temerrüt Faizine İlişkin Kanun ile düzenlenmiştir. Yasa koyucu, bir para borcunun gününde ödenmemesinden dolayı alacaklının zarara uğrayacağını kabul edip, bu zararın, ilkenin içinde bulunduğu ekonomik konjöktörü dikkate alarak belli bir oranda olacağını benimsemiştir. Nitekim, Borçlar Kanunu'nun 103. maddesine göre temerrüt faizi oranı % 5 iken, 04.12.1984 gün ve 3095 Sayılı Yasa ile bu oranın % 30'a çıkarılması ve yine 3095 Sayılı Yasada 15.12.1999 gün ve 4489 Sayılı Yasa ile yapılan değişiklik sonucu Merkez Bankasının kısa vadeli kredi işlemlerinde uyguladığı reeskont oranı esas alınarak, değişen faiz oranlarının benimsenmesi bunun kanıtıdır. Bu noktada, ülkenin içinde bulunduğu ekonomik olumsuzluklar ( enflasyon, yüksek faiz, para değerindeki devamlı düşüş ) dikkate alınarak, yasa hükmüyle geçmiş günler faizine ilişkin düzenleme yapılmış iken, aynı olguların, Borçlar Kanunu'nun 105. maddesinde öngörülen munzam zararın bilinen kanıtları olarak gösterilip, bunların doğurduğu olumsuzluklar, gerçek zarar olarak gösterilemez. Aksinin kabulü halinde yasa koyucunun bu olumsuzlukların karşılığına dair saptamasının hiçbir anlamı kalmayacağı açıktır. Yasa koyucu tüm bu ekonomik olumsuzlukları değerlendirip, bunların doğuracağı zarar dolayısıyla tazminat oranını Anayasa'dan aldığı yasa yapma yetkisine dayanarak belirlemiş iken, zımnen bu takdirin yerinde olmadığı ileri sürülüp, aynı ekonomik göstergelere dayanılarak tazmin edilecek zararın geçmiş günler faizinden fazla olduğu kabul edilemez. Yetkili mercii kararını vermiş, yasayla hükmünü vaz etmiştir. Uğranılan zarar, yetkili merciin belirlendiğinden fazla ve bu nedenle 105. maddeye dayanılarak munzam zarar istenecek ise, artık o merciin, zararın oranını belirlemek için kullandığı, dikkate aldığı, değerlendirdiği ölçülere ve bunların "maruf ve meşhur" oldukları olgusuna değil, davaya özgü, somut vakıalara dayanılması gerekir. Bunlar da, elverişli ve geçerli delillerle kanıtlanmalıdır. Burada, Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu'nun 238. maddesinin yarattığı istisna uygulanamaz. Zira kanıtlanacak olgular anılan maddede sözü edilen "maruf ve meşhur" olan enflasyon, para değerindeki düşüş yada mevduat faiz oranlan değil, az yukarıda açıklandığı gibi geç ödeme ile davacının maruz kaldığı zararı doğuran vakıalar ve bu vakıalar nedeniyle uğranılan fiili zarardır. Örneğin, alacağını gününde alamayan alacaklının, aynı gün vadesi gelmiş bir borcunu ödemek için, borçlunun ödediği geçmiş günler faizi yerine bunun üzerindeki bir faizle borçlanması, ya da alacaklısına daha yüksek oranda faiz ödemek durumunda kalması; dövizle ödemeyi kabul ettiği borcu için, alacağını gününde tahsil edememesi nedeniyle sonraki günlerde daha yüksek kurdan döviz satın almak zorunda kalması gibi maddi olgularla kanıtlanan zarar söz konusudur. Borçlar Kanunu'nun 105. maddesinde öngörülen munzam zararın, Borçlar Kanunu'nun 103. maddesi ve 3095 Sayılı Kanun ile saptanan faiz oranının dayanağı olan ekonomik olumsuzluklara dayandırılması ve herkesçe bilinenin kanıtlanmasına gerek olmadığı sonucuna varılması mümkün değildir. Bu itibarla Borçlar Kanunu'nun 105. maddesinde karşılanması öngörülen faizi aşan zararın, genel ekonomik olumsuzlukların ( ülkede cari enflasyon oranı, yüksek ve değişken döviz kurları, mevduat faizleri ) dışında, somut ve davacının durumuna özgü, somut vakıalarla ispatlanması gerekir. Zararın varlığı ileri sürülerek somut olgular ile kanıtlandıktan sonra, zararın miktarının belirlenmesinde, yukarıda açıklandığı gibi, zamanında ödeme yapılmadığı için alınmak zorunda kalınan borca ödenen yüksek faiz oranının, malvarlığında meydana gelen azalmanın veya dövize ödenen yüksek kurun ve ülkede cari diğer ekonomik göstergelerin dikkate alınacağı tabiidir (HGK. 16.6.2004, 349/365).
BK.105.maddesine dayanarak munzam zarar isteyen alacaklının, öncelikle temerrüt faizi ile karşılanandan daha çok bir zarara uğradığını rapor etmesi gerekir. Bu ispat, ancak somut şekilde, örneğin; para alacağının geç ödenmesi nedeniyle bankadan kredi kullanılıp faiz ve komisyon ödenmesi, bu alacağın geç alınmasından ötürü icra takiplerine uğranılması ya da yine bu gecikmeden dolayı sabit bir değerin daha az bir fiyatla elden çıkarılması gibi yapılabilir. Kuşku yok ki, böyle bir araştırmaya girişilirken sözü edilen örneklerle zarar arasında illiyet bağının varlığı da aranmalıdır. İlke olarak başkalarına ait taşınmaz malların satışı veya araç satışları ile munzam zarar arasında illiyet bağı olduğu düşünülemez. Adi yazılı borçlanma belgelerinin munzam zarar borçlusunu bağlamayacağı da düşünülmelidir. Şayet, temerrüt faizini aşan zarar yukardan beri sayılan biçimde somut olarak kanıtlanamamışsa bunun başka türlü bir yolla ispat edilmiş olduğu kabul edilemez. Bundan dolayı davacının munzam zararını bazı varsayımlara dayalı olarak gerçek sayan ve bunu bazı yöntemlerle hesaplayan bilirkişi görüşü ile benimseyen mahkeme hükmünde yasaya uygun bir yan yoktur. Bu durumda mahkemece yapılması gereken iş; davacıya munzam zararını yukardan beri söylenenler doğrultusunda kanıtlama fırsatı tanımak, bu konudaki somut delillerini isteyip toplamak, önceki kesinleşen miktarı da gözeterek lüzumunda yeni bir heyete bilirkişi incelemesi de yaptırılarak kanıtlanan kadarı ile istemi hüküm altına almak, aksi halde davayı reddetmekten ibarettir (15. HD. 25.3.2004, 4682/1688).
Munzam zararın somut delillerle kanıtlanması gerekmektedir. Dava konusu olayda davacı zararını ispat için bankalardan kredi kullandığı ve faiz ödediği vakıasına dayanmıştır. Bilirkişi raporunda geç ödenen paranın karşılığında kullanılan kredi için ödenen faiz tutarı ve temerrüt tarihi ile ödeme tarihi arasındaki miktarı hesaplanmamıştır. Bu durumda mahkemece yapılacak iş, bir inşaat mühendisi, bir bankacı ve bir hukukçudan oluşacak yeni bir bilirkişi kurulunun teşkili ile öncelikle ikinci davada istenen kesin hesap bakiyesi alacağının saptanması bu alacağın bulunmadığının anlaşılması halinde ikinci davanın tamamen reddine, alacağın varlığı saptanırsa ilk davadaki asıl alacak miktarı ile ikinci davada saptanacak miktarın temerrüt tarihlerinden itibaren fiili ödeme tarihlerine kadar geçecek süre için bankalardan kullanılan kredilere ödenen ve asıl alacak tutarına tekabül eden faiz vs. banka giderleri açıklattırılarak sonucuna göre her iki dava karara bağlanmasından ibarettir (15. HD. 18.4.2002, 4205/1943).
Dava konusu olayda; yapılan icra takibi sonucunda davacı alacağının kısmen tahsil edildiği safhada bu dava açılmıştır. Enflasyon karşısında paranın değer kaybetmesi bizatihi munzam zararın ispatı için yeterli olmayıp, uğranılan zararın ispat edilmesi gerekmektedir. Davacı munzam zarar iddiasını, paranın geç ödenmesi yüzünden P... ve Ş...'tan kredi kullanmasına, bu yüzden faiz ödemesine ve taşınmazlarını satmasına dayandırmıştır. Oysa mahkemece bu konularda hiçbir araştırma yapılmadığından inceleme hüküm tesisine yeterli değildir. Mahkemece yapılacak iş, davacının bankalardan kullandığı kredilerin miktarının, tarihlerinin, geri ödemelerinin belirlenmesi, o dönemlere tekabül edecek şekilde davacı şirketin ticari defter ve kayıtlarında inceleme yapılarak davacının söz konusu kredi ve taşınmaz satışından elde ettiği gelirin nerelerde kullanıldığının ve bankaya yapılan faiz ödemelerine isabet eden kısmının alınacak raporla saptanması ve böylece ispatlanacak zararın yani davalının temerrüdü sebebiyle tahsil olunan faiz miktarını aşan kısmının davacının faiz yönünden kabul ettiği miktar da nazara alınarak ve hesap sonucu bulunan miktardan ana para tahsilatı hariç sadece tahsil olunan faiz miktarından düşülerek sonucuna göre hükme varılmasından ibarettir (15. HD. 15.4.2002, 5267/1806).
Para temini giderleri, munzam zarar olarak nitelendirilebilir. Somut olayda, bilirkişi incelemesi sonunda davacının hak edişlerinin gecikme ile ödenen tutarı kadar kredi kullandığı tespit edilmiş bu kredi ile yapılan giderler de açıklanmış, yani zararın varlığı somut biçimde ortaya konmuş, kanıtlanmıştır. Davacı-yüklenici gecikme ile de olsa hak edişlerini almış ve tahsil anında faiz alacağını saklı tuttuğunu ileri sürmemiştir. Borçlar kanununun 113. Maddesince feri alacak olan faiz hakkının ortadan kalktığı hallerde dahi, zararın giderilmesi istendiğinde geçmiş günler faizinin tenzili gerekir (15. HD. 23.3.1999, 4335/1126).
Munzam zararın bir türü olan kur farkı; temerrüt ile oluşmaya başlayan, asıl borcun ifasına kadar zaman içinde artarak devam eden, asıl borçtan bağımsız yeni bir borçtur. Bu nedenle istenebilmesi için, ilk davada bu hakkın saklı tutulmuş olmasına ihtiyaç yoktur (15. HD. 26.11.1998, 4379/4426).
Hak edişlerin zamanında alamadığı için, vergi cezasına maruz kalan yüklenicinin, ödediği cezayı istemesi, faizi aşan munzam zarar olduğundan, munzam zarara, alacağını zamanında tahsil edememekten dolayı acze düşerek uğradığını ispatlaması gerekir (15. HD. 16.1.1995, 6546/65).
Evvelce aynı alacak için Türk Parası karşılığına hükmedilmiş ve kesin hükme bağlanmıştır. Yani davacının o tarihteki kanun hükümlerine göre alacağını ancak Türk Parası olarak talep edebileceği kabul edilmiş ve Türk Parası olarak tahsiline karar verilmiştir. Sonradan 1993 senesinde yeniden dava açılarak evvelce hükme bağlanan ve kesinleşen dava ve hüküm dışına çıkılarak, doların tekrar yeniden yeni kur'a göre Türk Parası'na çevrilerek munzam zarar adı altında kur farkından doğan alacak iddiasının ileri sürülmesi kesin hüküm kuralına aykırıdır. Çünkü, evvelce kesinleşen kararla davacı alacağının Türk Parası olduğuna karar verilmiş ye böylece bu konudaki uyuşmazlık kesin olarak yargı kararına bağlanmıştır. Bu durumda ikinci davanın açıldığı 10.2.1993 tarihindeki kur'a göre yeniden dava açılması mümkün olmadığı gibi, bu husus munzam zarar olarak da ileri sürülemez. Çünkü, dava konusu olan dolar evvelce ve kesin olarak Türk Parası'na çevrildiği için sonradan artan Dolar kur'unun munzam zarar olarak ileri sürülemeyeceği bu kabulün doğal bir sonucudur. Öte yandan, taraflar arasındaki sözleşmenin 4. maddesinde; "müteahhide yapılacak ödemeler mevcut en yüksek ve geçerli döviz kurları üzerinden ABD Doları'ndan tahvil olunan Türk Lirası ile yapılacaktır." denilmiştir. Bu hükme göre davacı yüklenici alacağın aynen Dolar olarak ödenmesini isteyemeyeceğinden, ancak doların Türk Parası karşılığının ödenmesini talep edebilir. Evvelce görülen dava sonucunda sözleşmenin bu hükme uygun olarak doların Türk Parası karşılığının ödenmesine karar verilmiştir. Bu nedenle de kur farkının munzam zarar olarak talep edilmesi mümkün değildir (15. HD. 1.12.1994, 2026/7213).
Hits: 16676