Av. İlker Hasan Duman
I. Adalet Eliyle Yapılan Haksızlık Korkunç ve Derindir
Hiçbir hukuk düzeni, tüm hukuk sorunlarını çözümleyebildiği savında bulunamaz. Yasa koyucunun hiç düşünmemiş olduğu yeni bazı durumlar da ortaya çıkabilir. Hatta bazı durumlarda yasa koyucu bilerek ve isteyerek, bilinçli bir biçimde eserini kendi bünyesinde eksik bırakabilir. Bu olgu, yazılı hukukun, doğmuş ve doğacak, yaratılmış ya da ileride yaratılacak her türlü hukuksal ilişkiyi düzenleyebilmek mükemmellikte olmayacağı düşünce ve gerçeğinin bir sonucudur. Kaldı ki, insan yapısı olan her şeyde olduğu gibi, insan yapısı olan yasaların bünyesinde de çeşitli hata ve eksiklikler bulunabilir; bu da doğaldır.
Yürürlükteki hukuk ne kadar karmaşık, ne kadar eskimiş veya toplumsal yaşama ne kadar az uygun ise, bir başka anlatımla toplum, hukuksal çerçeveyi ne kadar çabuk aşıyorsa, yargısal faaliyete, yani iyi bir uygulamaya duyulacak ihtiyaç o kadar fazla olacaktır.
Çünkü gerçek adaleti, dolayısıyla bir ulusun kaderini hukuk normlarının değil, insanların dağıttığı ve belirlediği asla unutulmamalıdır. Bu bakımdan hukuk ilerlemesinde, özellikle hukuk devleti uygulamasında mahkeme kararlarının yapıcı rolleri büyüktür. Toplumların adaletli bir düzene ulaşması, yürürlükteki hukukun arzulanan düzeyde gelişmesinin yanı sıra, yargıçların kararlarındaki isabete bağlıdır. En mükemmel bir yasa, kötü bir uygulayıcı yüzünden, büyük yıkıntılara neden olur. Adalet yoluyla, yargıç eliyle yapılan haksızlık ise, diğer kamu görevlilerinin işlediği haksızlıklardan daha korkunç ve açtığı yara daha da derindir.
Yasalar olaylar gibi dinamik değildir. Yaşam, en güçlü yasa koyucudan daha yaratıcıdır. Yasaların toplumsal ve ekonomik oluşumu yakalaması hiçbir zaman mümkün olmadığına göre, aradaki mesafeyi kapatacak ve yasalara esneklik ve canlılık verecek, onları uygulama durumundaki yargıç ve uygulama sonucu meydana gelen içtihatlardır. Bunun içindir ki, yasalarda mevcut genel ve soyut nitelikteki kuralların, toplum ihtiyaçlarına ve yaşamın türlü evrim ve oluşumlarının gereklerine uydurulabilmesi, bu görevi yüklenen yargıçlara, kural yaratmaya varan bir yetki tanınması zorunlu kılmıştır[1] [2].
II. Yargılama Bir Sanattır
Yargıtay Onursal Üyesi Çetin Aşçıoğlu, sorunu şöyle değerlendirmiştir:
Yargılama yetkisi, ulus egemenliğini ilgilendirdiği için kural olarak, ulusa aittir; kullanılması ise, ulus adına salt bağımsız ve yansız olan yargıçlara bırakılmıştır.
Yargılamanın amacı, adalet denilen değerin gerçekleştirilmesidir. Bunun için yasaların, yaşama sağlıklı bir biçimde uygulanması gerekir. Bu, yalnız akli bir çabaya dayanan mantıksal bir işlem değil aynı ölçüde bir duygu ve inanç bir değerlendirme yeteneğidir. Bu nedenle adaletin, bir kültür olayı olarak yalın ve sıradan bir çalışma, işlev değil bir sanat işi olduğu kabul edilir. Sanat yalnız heykeller, kitaplar, oyunlar, sergiler ile sınırlı değildir; herhangi bir etkinliğin ya da bir işin yapılmasında da sanattan söz edilir. Yeter ki etkinliğin ve işin gereği olan yöntem ve kurallar uygulansın sonuçta duygu, tasarım ve güzelliği oluşturan bir değere (kültüre) ulaşılmış olsun.
Yargılama çalışmasının amacı, adalet duygusuna, değerine ulaşmak olduğuna göre yapılan iş ancak sanat sözcüğü ile açıklanabilir. Yargılama sanatından söz edebilmek için öncelikle kendine özgü kural ve yöntemlerin uygulanması gerekir.
Yargı bağımsızlığı, yargıcın yansızlığı, açık yargılama, savunma hakkının tanınması, tüm sorunların çözümünde yargıcın ve tarafların etkinliği, yargılamada güven, bir insan olarak yargılanan kişinin onurunun korunması yargılamanın önemli kural ve yöntemleridir.
Yargılamanın yöntemi; kanıtların değerlendirilmesi, olguların belirlenmesi (özel durumlar ayrık); uygulanacak hukuk kuralının seçimi, belirlenen olgulardan (olay-gerçek) hukuki bir değer yargısı olan adalete ulaşarak uyuşmazlığı çözümlemek yargıcın görevidir.
Yargılama çalışması yargıcın egemenliğinde ve onun alınterinin ürünü olmalıdır. Ancak bu durumda yargıyı ve yargıcı yücelten ayrıcalıklı bir işlev ve görevden söz edilir. Ülkemizde yargılama, çoğunlukla, kural ve yöntemlerine uyulmadan yapıldığı, adalet duygusu işlerlik kazanmadığı ve somutlaştırılmadığı için bir sanat olmaktan çıkmış, şurasından burasından birazcık hukuk bilgisi koklamış kişilerin yapabileceği sıradan bir görev ve işlev durumuna gelmiştir.
Yargıç yargılama çalışmasında tüm sorunlara “yüreği ile bakmak” zorundadır; yargılamaya egemen olmanın, vardığı sonucu kendini yargılayarak denetleme sorumluluğunun (vicdan) gereği yüksek özenden geçer.
Yargıcın, yargılamayı bir izleyici gibi dışarıdan izlemesi güven bunalımına götürür; bugün olduğu gibi. Bu nedenle; yargılama, üst düzeyde özen gösterebilen ve sorumluluk bilincini duyabilen yürekli yargıçların işidir.
Yargılamanın temel öğesi yargılanan kişilerdir. Onların katılımı olmadan, tüm sorunlar gözleri önünde tartışılmadan yapılacak çalışmaları yargılama olarak nitelendirmek olanağı olamaz[3].
III. Türk Yargısının Kendisine Çizdiği Çizgi Ve Yargıcından Beklediği Şunlardır:
- Bireyin yansız bir yargı önünde yargılanma hakkı, bir insanlık hakkıdır. Yargıç ön yargılı (öznel-subjektif yansızlık) olamayacağı gibi yargıladığı kişilere ve topluma yansız olduğu görünümünü vermekle de (nesnel-objektif yansızlık) yükümlüdür. Bu nedenle “adaletin yerine getirilmesi yeterli olmayıp aynı zamanda yansız biçimde yerine getirildiğinin yargılanan yanlarca görülmesi ve inanılması gerekir.” Yargıç, yargılamanın her evresinde, yansız görünümünü koruma konusunda yüksek özen göstermek zorundadır.
Önüne gelen olayda, herkese ve bu arada kendisine karşı da uzak durmalı ve kişiler üstü, yansız olmalıdır. Kısacası kişisellikten arınmalıdır. Herkesin yasa önündeki eşitliğini sağlayan yansızlık; yasanın herkes için eşit olmasını sağlayan kişisellikten arınmışlık ilkeleri gereğince yargıcın yazılı hukuku iyi / kötü ayrımı yapmadan nesnel bir mantıkla uygulaması zorunludur. Yargılama ve yargı kararları kişisel görüş, inanç ve duyguların aracı olamaz. İkinci olarak; yargıçlar yasallık ilkesi gereğince Anayasaya, yasaya, hukuka uygun düşen kanılara göre hüküm kurarlar. Yargıç yasanın üstünde değil içindedir.
HUMK’nun 338. maddesi gereğince “karar” “gerekçe” bölümünü de kapsar: Gerekçe bölümünde yer alan hususlar karar kavramı içinde yer alır. Yargıç yargı kararını inanç ve duygularının aracı olarak kullanmaz ve uygulamakla yükümlü olduğu yasal normlar dışına çıkamaz. Yargılama sonucunda ulaştıkları kanıların da kişisel değil hukuksal olması yargıcın kişisellikten arınmış olma ve hukuka uygun davranma yükümlülüğünün doğal bir sonucudur.
Bu bağlamda kararların gerekçeli olması ilkesinin; yargı bağımsızlığının amacı ve bedeli olan yansızlığı kanıtlama olanağı veren ve yargıç onurunu koruyan bir araç olduğu bilinmelidir.
O nedenle verdiği karar ne denli doğru (adaletli olursa olsun; kararın gerekçesinde yansızlığını tartışır duruma getiren yargıç, öncelikle yargıladığı kişinin insanlık, kişilik hakkı olan adil (doğru ve güvenli) yargılanma hakkını çiğnemiş duruma düşebilir. Kuşkusuz yargıç, yasal olduğu kadar ahlaki yükümlülük de olan gerekçelendirme olgusunu gerçekleştirirken yansızlıkla birlikte ve aynı derecede olan kişinin onur ve saygınlığını da korumada yüksek özen göstermelidir. Tersi durumdaki kişinin hem yansız bir yargı önünde yargılanma hem de onur ve saygınlık değerlerinin hukuka aykırı biçimde çiğnenmesi gündeme gelebilir ki bu her iki manevi değerin, kişilik hakkının koruması altında bulunduğunun da yasa buyruğu (Medeni Kanun 24 ve Borçlar Kanunu 49 ncu maddeleri) olduğu unutulmamalıdır[4].
- Hakimin neyi emrettiği, hangi şeyin yapılmasını istediğini, herkes, özellikle taraflar ve infaza memur edilen kimseler tereddüde düşmeden ve rahatlıkla anlayabilmelidirler. Mahkeme kararlarının ipham ve tereddüde yer vermeyen, karanlık yönü bulunmayan, çelişkili yanları olmayan, açıklık ve kesinlik taşıyan yargısal yapıtlar olması gerekir[5].
- Yargıç, ülkenin ekonomik koşullarını gözetmelidir[6].
- Önemli konularda hakimin takdir hakkı sayesinde, yasanın esneklik kazanması, büyük bir hızla değişen toplumsal koşul ve gereksinimlere uyması, hükümlerin daha fazla insancıl olma olanakları sağlanmıştır[7].
- Mahkemeler hayali olayların tartışıldığı bir seminer salonu değildir. Mahkemelerde taraf ve olay gerçeğin ta kendisi olduğuna göre yargıçların takdir ve kararlarında gerçeğe sıkı sıkıya bağlı olmaları gerekir[8].
- Hukukçu toplum ve hayat dışında uzak ve yalnız kitaba bağlı olan, kuru, katı ve biçimsel bir yasa uygulayıcısı değildir. Hukukçu, özellikle yargıç, içinde yaşadığı toplumun insanları arasında çıkan uyuşmazlıkları çözerken, kaynağını toplumun geçmiş yüzyıllarından alan bazı değer yargılarına ters düşmemek, yasa maddelerine toplumun konu ile ilgili anlayışına uygun düşecek ve kabulüne mazhar olacak bir anlam ve kapsam kazandırmak zorunluluğundadır[9].
- Mahkeme son mercidir. Vatandaşın gideceği başka bir yer kalmamıştır[10].
- Mahkeme hayatın gerçeklerinden uzak ve soyut bir platformda kalırsa ve tarafların birer canlı kişi olarak değil soyut - manken- varlıklarmış gibi kabul ederse, vicdanları sızlatan ve yaşamın gerçeklerine ters düşen haksız sonuçların doğmasına neden olur[11].
- Yargıcın görevi, dava olarak kendisine getirilen uyuşmazlığı, vereceği kararla adalete uygun çözüm yolu bulmak suretiyle ortadan kaldırmaktır. Kararda isabeti sağlayan unsurlardan biri, olaya uygulanacak maddi hukuk kuralı - nın doğru olarak saptanmasıdır. Yargıç, hukukun genel esasları kadar, bunların istisnası sayılan kuralları da bilmek ve uygulamak zorundadır[12].
- Olayın hukuksal açıdan değerlendirilmesi ve nitelendirilmesi yargıca aittir. Bir uyuşmazlıkta maddi olayın taraflarca yanlış nitelendirilmesi kendilerini ve yargıcı bağlamaz. Yargıç, maddi olayı tarafların amacına ve yasaya uygun olarak en doğru biçimde değerlendirmek zorundadır[13].
- Bir davada ispat külfetinin hangi tarafa ait olacağı, nelerin ispata ihtiyaç göstereceği, gereği gibi saptanmadığı, tarafların gerçek istek ve amaçlarını araştırmadığı, getirilen kanıtlar olayın özellikleri ve tarafların durumları ve yaşamın olağan gerekleri göz önünde tutularak değerlendirilmediği takdirde, isabetli bir hüküm kurulamaz[14].
- Yargısal uygulamalarda genelleştirmeye gerekenden çok fazla yer vermek sakıncalıdır. Uygulamada olayın özellik taşıyıp taşımadığı ve ayrıcalık sayılması gereken bir durumun var olup olmadığı hususları üzerinde önemli durmak ve gerekirse ilke dışına çıkmak suretiyle uyuşmazlığa akıl ve hukukun ve hayatın kabul edeceği bir çözüm şekli bulmak zorunluluğu vardır. Yargıç, bazı durumlarda kendisini ilgili tarafın yerine koyduğu takdirde gerçeği ve davayı daha iyi anlamak olanağı elde eder. Hasta ile davanın tarafları arasında hiçbir fark yoktur. Hastalar doktordan dertlerine, davanın tarafları ise sıkıntılarına mahkemede çare bulmasını isterler. Aşılmaz yasal engeller olmadıkça kendisine yasa koyma yetkisi dahi verilmiş bulunan yargıç, mahkemeye başvuran kişinin derdine günün koşullarına ve olanaklarına uygun düşecek bir bilgisayar değildir. Yasalar ve kurallar yargıç için “amaç” olmayıp, adaleti gerçekleştirmek için gerekli ve zorunlu birer araçtır. Yargıç hiçbir gücün ve kuralın eseri değildir. Kendisinin dahi etkilemek gücüne sahip bulunmadığı vicdanının temiz sesine uyarak ve gerekirse yasayı bile aşarak adaleti gerçekleştirmekle görevli en yetkin kişidir[15]1.
- Hukuk, kuşkusuz, bir kurallar toplamıdır. Ancak bu kuralların tümünün amacı “toplum” ve özellikle “insan”dır. Hukuk “teorik” olmaktan çok “pratiktir. Hukukla ilgili kurallar, yasalar insana zorluk, sıkıntı, karanlık ve kapalılık değil, kolaylık, güven, rahatlık ve açıklık getirmek için konulmuştur. Bu nedenle yasaların insan tabiatına ve gerçeğe uygun olarak insancıl biçimde yorumlanması ve uygulanması gerekir... Yargısal mercilerin ifrat ve tefrite düşmemeleri zorunludur[16].
- Yargısal bir yapıt olan hükmün; Yasaya, taraflara ve olaya, yaşama ve gerçeğe, adalet duygusuna uygun olması, insancıl bir havaya sahip olması, anlaşılmasında ve yerine getirilmesinde kuşkuya yer vermeyecek kadar açık olması, ileride yeni uyuşmazlıklara yol açmayacak biçimde sağlam bir dayanak ve taban üzerine oturtulması gerekir[17].
- Hukuk kurallarının “kaideci” ve “kazüistik bir sisteme” bağlı değil, yasa koyucunun amacına göre yorumlanması gerekir[18].
- Yalnızca yargıcın kişisel gözlem, yorum ve anlayışına dayanılarak hüküm kurulamaz[19].
- Eşit durumda olan yanlara eşit sonuç doğuracak biçimde işlem yapılması ve karşılıklı çıkarlar arasında haklı bir denge kurulması zorunludur[20].
- Yasada boşluk yoksa, Medeni Kanunun 1. Maddesinde tanınan yetki kullanılamaz. Var olan düzenlemenin gereksinmeye yeterli olup olmadığı yasa koyucunun bileceği bir durumdur. Uyuşmazlığın çözümünde uygulanmak üzere yasa düzeyinde herhangi bir kural yoksa ancak o zaman yargıcın Medeni kanunun 1. Maddesine başvurması düşünülebilir. Çünkü MK’nun 1 nci maddesi uyarınca yargıcın yasa koyucu gibi hareket edebilmesi yasada boşluk bulunması koşulunun gerçekleşmesine bağlıdır[21].
- Mahkeme, maddi yanılgıya dayanan bozma kararına uymak zorunda değildir. Çünkü Anayasanın 138. Maddesinde anlatımını bulan “yasaya ve hukuka uygun karar verme” yükümlülüğü var[22].
- Yargısal kuruluşlar standart mal imal eden sınai tesisler değildir. Mahkemeler olayların ve hatta tarafların özelliklerini göz önünde tutarak aynı konuda değişik kararlar verebilirler. Her kararın getirdiği çözüm biçimi yalnız o “olay” ve o “dava”nın tarafları için geçerlidir. Benzer değil ancak aynı olan olaylar için değişik bir çözüm biçimi düşünülemez. Hükümler “soyut” değil “somut” olan yargısal yapıtlardır[23].
Adalet, hukukun işlevi, görevi ve asli amacıdır. Adalet dediğimiz salt değer düşünülmeksizin, adalete yönelik bir çaba olmaksızın, hukuk ve gevezelik ya da bir güldürüdür. Adalet, hukuki değerlendirmelerin ölçüsü olarak hukukla bütünleşmiş durumdadır. Hukuk, insan davranışlarını adalet (doğruluk) ölçüsü ile değerlendirerek, bazı davranış biçimlerini yasaklamakta, bazılarını ise yerine getirilmesini buyurmakta, haklı ve haksız ayrımı adalet inançlarına göre yapılmaktadır.
Yargı bunalımına doğru tanıyı koymalıyız: Yargı, evrensel nitelikteki “doğru ve güvenli yargılama hakkına” işlerlik kazandıramıyor; hatta zaman zaman çiğniyor.
Yargıç, yargılama çalışmasının başından sonuna kadar bireylere özenle ve ölçülü davranmakla yükümlüdür. Gösterilecek yüksek özen bireyin kişiliğini oluşturan manevi değerlerine hoşgörü ve sevgi ile yaklaşımı sağlar; bu duygunun adı da saygıdır. Yargıçlar şu gerçeği hiçbir zaman göz ardı etmemelidir: Hak bireyindir; onlar, yalnız ve yalnız bireyi doğru ve güvenli yargılamakla görevlidir; bunun içinde saygı da vardır. Saygı ise bir ahlak kuralı ve demokratik bir erdemdir. Ülkemizde doğru ve güvenli yargılanma hakkı ve içeriği çoğunlukla bilinmediği için; yargıçların bireylere karşı yaklaşımı “insana saygı” kavramını zaman zaman zorlamaktadır. Yargıçlar kendi başlarına buyruk diledikleri gibi davranan, korkulan kişi görünümünü vermekten kaçınmak zorundadırlar; bunun gerçekleşmesinin koşulu bireye insan olarak saygının gösterilmesidir. Unutulmamalıdır ki saygı, karşı saygıyı ve güveni de beraberinde getirecektir. Daha önemlisi yargıç kişiliğinin ve kimliğinin geliştirilmesi insana saygı ile olur.
Haklarında suç işledikleri yolunda yeterli kanıt bulunmayan ya da eylemleri suç oluşturmayan kişilerin sonunda beraat etmiş olsalar bile suçlu gibi yargılanmaları “doğru ve güvenli yargılanma hakkı” ile bağdaşmaz; savcı ve yargıçlar ortaya koydukları böyle örneklerle “insana saygı” görev ve yükümlülüklerinin bilincinde olmadıklarını ortaya koymaktadırlar.
Yargının bireye karşı saygılı davranması, verilen kararın kesinleşmesine kadar devam etmelidir. Bu nedenle kararların gerekçesinin yazılmasında da yüksek özen gösterilerek bireyin onurunu kırıcı onun küçük düşürücü gereksiz açıklamalardan kaçınılmalıdır. Ancak yargı, bu konuda da çoğunlukla, gerekli özeni göstermemektedir[24].
Yorgun, iş yükü altında edilmiş, gazete, dergi ve kitap okumayan, okuyamayan, eğiliminin anlaşılacağı kaygısını taşıyan, bu kaygının doğal sonucu olarak disiplin soruşturması, yükselmenin durdurulması veya “yer değiştirme” gibi haksız işlemlere uğrayacağına ilişkin bir önyargıya sahip, yüksek lisans ve doktora öğrenimini bile güçlükle ve gizlice yapan, bu öğrenimin açıkça yapıl - masının güçlük ve izinlere bağlı olduğunu bilen, toplumsal ve kültürel etkinliklere katılamayan, bundan korkan, dünyası bir “mahkeme dosyası” kadar küçük olan, aslında eksikleri ve yanlışları göstererek doğrulara ve uygulamayı hukuka uygun noktalara yönlendirmeyi amaçlayan teftiş sisteminin bu amaçtan uzaklaşarak yarattığı korku ve tedirginlik içinde görev yapan, bağımsızlık ve tarafsızlığı kişiliğinin “ayrılmaz parçası” halinde getirmekte güçlük çeken, verdikleri kararların gereği geciktirilmeden ve eksiksiz olarak yerine getirilme - diğini gören, zahmetli bir süreçten geçerek karar verilmesine rağmen gerekli- gereksiz, zamanlı-zamansız çıkartılan af yasalarıyla emeklerinin boşa gittiğine üzülen, basında çıkan “yargı mafyaya teslim” gibi haberlerden kahrolan, çok seyrek rastlanan ve istisna oluşturan “münferit” olayların dışında geçerliği bulunmayan ve yargının otoritesini sarsan bu tür önyargılardan olumsuz etkilenen ve bakanlığının yargının otoritesini sarsan - asılsız- girişimlere göz yumduğuna ve onlarla mücadele etmediğine inanan, bilime ve çağdaş dünyaya açılmasına izin verilmeyen, demokrasi, insan hakları ve hukukun üstünlüğünün gereklerini kamusal ve özel yaşamına egemen kılamayan, egemen kılanların ise iyi karşılanmayan ve soruşturmaya uğrayan, bir gazetede veya dergide ülke sorunu üzerine görüşünü açıklayamayan veya bir hukuk değerlendirmesi yapamayan, bundan çekinen, yaptığında disiplin cezasına uğrayan, kendilerini sindirilmiş hisseden, görev yaptıkları yerin kenarında, zevksiz, gereksinimlerini karşılamaktan uzak, onur ve saygınlıkla bağdaşmayan, toplumdan kopmuş lojmanlarda yaşayan, dolmuş ama boşalma olanağı bulamayan, toplumla bağı kesilmiş, uğradığı haksızlıklarda bakanlığının ve kurumun ağırlığını yanında hisse- demeyen, HSYK’nun kararlarının yargı denetimi dışında olduğu için haksız kararlara boyun eğmek zorunda kalan ve bu yüzden küskünleşen, siyasetin kuşatması altında bırakılmanın doğurduğu tedirginlikle çalışan... yargıç ve savcıların demokrasiye, insan haklarına ve hukukun üstünlüğüne ne ölçüde kattı sağlayacaklarını anlamak hiç de güç değildir. Eğer yargı bir bütün olarak görevini gereği gibi yapmış olsaydı, demokratik rejime, hukukun üstünlüğüne ve insan haklarının gelişmesine yapması gereken katkıyı tam olarak yapmış olsaydı, 1961, 1971, 1982 ihtilalleri yapılmazdı, buna gerek de kalmazdı, cesaret de edilemezdi.