Devletin, toplumun ve bireylerin planlı kentleşmede taşıdıkları sorumluluk ve sahip olacakları yararlar konusunda duyarlı ve bilinçli olduğu söylenemez. Yargı kararlarının konut hakkı, düzenli ve planlı kentleşme, imar planı ve bunlara bağlılık, disiplin ve ciddi denetime işaret ettiği önemin dikkate alınmadığı herkesin paylaştığı bir gerçektir: Günümüzde plansız ve aşırı hızlı kentleşme olgusu sağlıklı kentleşmenin önündeki en ciddi engeldir. Kentsel gelişmenin yönlendirilmesinde en temel araçlardan biri olan imar planlaması ile kentsel gelişmenin yakın gelecekteki temel fiziksel özelliklerini oluşturan "yönü, şekli ve büyüklüğü" ile ilgili belirlemeler yapılmaktadır. İmar planı hazırlığının ve uygulamasının kentsel büyümenin önünde gitmesi gereği açıktır. Kentsel planlama sürecinde, zorlayıcı, kısıtlayıcı ve yönlendirici kararların tümü birden rol oynar. Çağdaş bir kentin oluşturulması ve yaşatılması için varlığı zorunlu olan ve aşırı yapılaşmanın etkisinden korunması gereken, kentin bütününe hizmet verecek, kent estetiği ve kentleşme kalitesini yükseltici sağlıklı bir çevre meydana getirmek amacıyla park, çocuk bahçeleri, oyun alanları, günü birlik kullanım alanları, piknik ve rekreasyon alanlarının oluşumu bu yolla sağlanabilir. Bu bağlamda, kamu yararını gerçekleştirmek amacıyla üretilmiş birer belge niteliğinde olan imar planları mevzuatta ve yargı içtihatlarında yöre halkının sağlığını ve çevreyi korumak, sosyal ve kültürel ihtiyaçlarını, iyi yaşama düzenini, çalışma koşullarını ve güvenliğini sağlamak amacıyla, ülke, bölge ve şehir verilerine göre oturma, çalışma, dinlenme ve ulaşım gibi kentsel fonksiyonlar arasında mevcut ve sağlanabilecek olanaklar ölçüsünde en iyi çözüm yollarını bulmak için varsa kadastro durumu da işlenmiş, onaylı haritaların kopyaları üzerine nazım plan ve uygulama planı olarak düzenlenip onaylanmış metinler olarak tanımlamaktadır.
Anayasa’nın “Sağlık hizmetleri ve çevrenin korunması” başlıklı 56. maddesinde, “Sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkı”ndan söz edilmektedir. Bu madde bütünüyle incelendiğinde; “Sağlıklı ve dengeli çevre” kavramına, doğal güzelliklerin korunduğu, kentleşme ve sanayileşmenin getirdiği hava ve su kirlenmesinin önlendiği bir çevre kadar, belli bir plan ve programa göre düzenlenmiş çevrenin de gireceği kuşkusuzdur. Anayasa’nın “konut hakkı” başlığını taşıyan 57. maddesinde, “Devlet, şehirlerin özelliklerini ve çevre şartlarını gözeten bir planlama çerçevesinde, konut ihtiyacını karşılayacak tedbirleri alır, ayrıca toplu konut teşebbüslerini destekler”, denilmekte, Danışma Meclisi Anayasa Komisyonunca hazırlanan gerekçede de; “Vatandaşlar için konutun arz ettiği önem dikkate alınarak, Devletin konut yapımını destekleyici, planlayıcı rolüne işaret edilmektedir. Konutların yapımında modern şehirleşme ve çevre şartları gözetilmektedir. Madde, bu ifadesiyle kötü şehirleşmenin önlenmesinin gereğine de işaret etmektedir. Bina planlaması, şehir planlamasının bir parçasıdır. Şehirlerin ve yapıların tabiatın içinde bir yara gibi yer almaması için genel bir çevre içinde düşünülmeleri de maddede Devlete ödev olarak gösterilmiştir” biçiminde görüşlere yer verilmektedir. Gerekçesiyle birlikte değerlendirildiğinde maddenin asıl amacının, “Konut hakkı”nı düzenlemek olduğu anlaşılmaktadır. Ancak, Anayasa burada kişilerin konut hakkını kullanabilmelerini sağlamakla görevlendirdiği Devletin, bu görevini şehirlerin özelliklerini ve çevre şartlarını gözeten bir planlama çerçevesinde yerine getirilmesini istemektedir. Bu konuda bir hususun açıklığa kavuşturulması gerekmektedir. Anayasamız planlama kararlarının alınmasında bir ayırıma gidilmeksizin sadece “Devlet”ten söz ettiğine göre, bu konudaki yetkiyi merkezi yönetim mi, yoksa yerel yönetimler mi kullanacaklardır? Anayasa’nın 57. maddesinde de “şehirlerin özelliklerini ve çevre şartlarını gözeten bir planlama”dan söz edilmektedir. Anayasa’nın 56. maddesinin birinci ve ikinci fıkralarında; “Herkes, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir. Çevreyi geliştirmek, çevre sağlığını korumak ve çevre kirlenmesini önlemek Devletin ve vatandaşların ödevidir” denildiğine göre, tüm kişi ve kuruluşların yapılarının devletin etkin denetimine bağlı olması gerekir. Anayasa’nın 56. ve 57. maddelerinin birlikte incelenmesinden Anayasa Koyucunun, yapılarla bütünleşen çevrenin belli bir program ve plan dahilinde düzenlenmesini istediği, yerleşimde dengeye önem verdiği anlaşılmaktadır. Çevre sağlığının bozulması ve çevre kirliliği bakımından verecekleri zararın önlenmesi, tüm kişi ve kuruluşlara ayrıcalık tanınmamasını gerektiriyor. 56. maddenin üçüncü fıkrasında, Devletin, herkesin hayatını beden ve ruh sağlığı içinde sürdürmesini sağlamak amacıyla, sağlık kuruluşlarıyla ilgili bazı düzenlemelerde bulunacağından söz edildiğine göre, kişinin beden ve ruh sağlığına sahip olmak ve onu geliştirmek hususunda sahip olduğu yaşam hakkı vurgulanmasına karşın, her türlü sanayi kuruluşuna, mimari, statik, elektrik ve tesisat projeleri gibi yapının hem iç hem de dış çevre güvenliği bakımından önem taşıyan belgeler aranmaksızın sadece avan projeye göre ruhsat verilmesine olanak sağlanması, bu konuda Devletin Anayasa’nın sözü edilen maddelerinde öngörülen denetim görevini yeterince yapamaması sonucunu doğurmaktadır. Anayasanın 56. ve 57. maddelerinde öngörülen görevlerini yerine getirebilmesi ancak, belli bir plan ve program çerçevesinde sürekli gözetim ve denetim ile gerçekleşebilir. Çünkü gerek sağlıklı ve dengeli bir çevre yaratılması ve gerek konut ihtiyacının bir plan çerçevesinde karşılanabilmesi; öncelikle yapılacak yapıların plana uygunluğunun denetlenmesini gerektirir. Bu denetimin etkin araçlarından biri kuşkusuz ruhsattır. Ruhsatın, toplumda düzeni ve güvenliği sağlamaya yönelik araçlardan biri olması karşısında; sadece yapılacak inşaatın büyüklüğünün ya da küçüklüğünün ruhsat alma zorunluğunu etkileyecek bir faktör olarak düşünülmesi olanaksızdır.
İmar Yasası, düzenli şehirleşmeyi ve dolayısıyla içerisinde güvenli ve sağlıklı olarak oturulacak ve çalışılacak binaların yapımını amaçlamıştır. İmar Kanunu “kamu düzeni” ile ilgili olup emredici niteliktedir. Hiçbir kimse, hangi amaçla olursa olsun, toplumun güvenliğini ve sağlığını ilgilendiren bu buyurucu kuralları çiğneyemez ve çiğnenmesine de izin veremez. Mahkemeler bu konuyu, kendiliğinden göz önünde bulundurmak zorundadırlar. Bunun için İmar Kanunu sert yaptırımlar öngörmüştür: İmar Kanunu’nun 21. maddesine göre (26. maddedeki istisnalar dışında) bütün yapılar için yetkili yönetimlerden izin alınması zorunludur. 32. maddeye göre de, ruhsatsız (kaçak) veya ruhsata aykırı yapılar mühürlenerek durdurulur. Tanınan süreye karşın ruhsat alınmaz veya ruhsata aykırılık giderilmez ise, encümen veya il idare kurulunun kararı ile kaçak bina veya ruhsata aykırı kısımlar yıktırılır. 42. maddede de, bu eylemleri “imar suçu” kabul ederek, sorumluları hakkında yaptırım getirmiştir. Aykırılık düzeltilemez ve yasal duruma getirilemez yapılar için başka sonuçlar öngörülmüştür: Eğer yapı onanmış projesine aykırı yapılmışsa ve yasal duruma getirilmesi olanağı da bulunmuyorsa, bu durumuyla yıkılması gerekir. Yıkılacak yapıların korunmayı gerektiren ekonomik değerlerinden söz edilemez; hukuk mevcut durumun (ruhsatsız/ruhsata aykırı yapılaşmanın) sürmesi anlamına gelen taraf isteklerini korumaz, gecikme tazminatı dışında binanın mevcut durumuyla yasaya aykırılığının devamı anlamına gelen istekleri kabul etmez. Yükümlülüğünü yerine getirmemiş ve dolayısıyla arsa sahibine karşı bedele (bağımsız bölümlere) hak kazanmamış olan yükleniciden tapu payı satın alan üçüncü kişiler de iyi niyet savunmasında bulunmazlar.
Arsa sahibi, ruhsatsız olarak inşaata başlamasını yükleniciden isteyemez ve onu zorlayamaz. Yüklenici de ruhsatsız olarak inşaata başlayamaz. İnşaat kaçak yapılmışsa, edimin yerine getirildiğinden söz edilemez.
Kaçak veya ruhsata aykırı bina veya bağımsız bölümlerin, yasalar önünde ekonomik değerleri yoktur.
Yerel idarelerin, encümenlerin yıkım kararlarına rağmen, bu kararları yerine getirmemeleri, hiç kimseye bir hak sağlamaz. Bina sahibi, mahkemede “yıkım” davası açarak, alacağı kararı icra müdürlüğü kanalıyla yerine getirebilir.
Yasanın yıkılmasını buyurduğu bir bina veya bölüm üzerinde tarafların korunmaya değer bir hakkı olamaz. Bu nedenle, eksik ve ayıplı işler bedeli ile fazla işler bedeli, tescil ve mülkiyetin tespit davaları açılamaz.
Bütün bu açıklamayı niçin yapıyoruz? Devletin, bireylerin sağlıklı ve düzenli bir çevrede yaşama ve konut hakkını sağlama, düzenli ve planlı bir kentleşmeyi gerçekleştirme konusunda ciddi görev ve sorumluluğuna işaret ettik. İş sahibi ve yüklenici davacı ve davalı taraf olarak iddia ve savunmada bulunurken, avukat müvekkilini savunurken, yargıç karar verirken, bilirkişiler rapor düzenlerken, belediye ve valilikler yapılaşmayı denetlerken hep, düzenli ve sağlıklı olarak oturulacak ve çalışılacak binaların, dolayısıyla planlı ve düzenli kentleşmenin önemini görmeleri, yapılaşmada imar planı ve mevzuatına uygunluğu, başka bir anlatımla kamu düzeni ve kamu yararını düşünmeleri gerekir. Ülkemizde, günümüzde, yapılaşmada kamu düzeni ve kamu yararının gözetildiğini hiç kimse söyleyemez. Davacı ve davalılar ve vekillerinin önlerindeki “yapı davasını” kazanmaktan, yargıcın kararının onanmasından, bilirkişinin düzenledikleri raporların mahkemece benimsenmesinden, yetkili merkezi ve yerel yönetimlerin aykırılıkta para almaktan başka bir düşünceye sahip olduklarını görmek kolay değildir. “İnşaat Hukuku”nu yazarken Yargıtay 15. Hukuk Dairesinin verdiği kararların tamamına yakınına ulaştığımı, okuyup değerlendirdiğimi söylemeliyim. Bu kararlarda gördüğüm şudur: Yargıtay 15. Hukuk Dairesi; yerel mahkemelerin kararlarını onama ve bozmayla sınırlı olarak denetlemekle yetinmemiş, sözünü ettiğimiz kamu düzen ve yararının korunmasını sağlamaya çalışmıştır; başka bir anlatımla, topluma ve bireylere bu konuda hukuk devletinin varlığını hissettirmiştir; hissettirmiştir diyoruz, olsun, Yargıtay’ın bir dairesi ancak bu kadarını yapabilir; devletin, toplumun ve bireylerin yapılaşma konusunda hukuk devletine ve hukuk düzenine boyun eğmelerinin sağlanması bir dairenin çabasıyla gerçekleşecek kadar kolay bir konu değildir. Çünkü toplum ve bireyler, devleti (siyaseti) yanlarına alarak, imar planını ve mevzuatını ihlal etmenin, çıkarcılık, cehalet, şımarıklık, doymazlık, görgüsüzlük, kısa ve küçük hesaplar, hemen köşe dönme arzusunun etkisiyle, güvenli ve düzenli yapılaşma olgusundan uzaklaşmanın bir hak olduğuna inanmakta ve bunu başarmanın mutluluğunu yaşamaktadırlar. Hukuk devletinin önleyemediği bu bencillik, sorumsuzluk ve duyarsızlığa ancak yıkıcı bir depremin engel olacağı anlaşılmaktadır.