KAMULAŞTIRMASIZ ELATMA
~ 10.05.2010 ~
KAMULAŞTIRMASIZ ELATMA
Davacı İstanbul Üniversitesi Rektörlüğü, tapuda davalı adına kayıtlı bulunan dava konusu 2 parsel sayılı taşınmaza 1968 ve 1980 yıllarında Ortopedi ve Travmatoloji Anabilim Dalı Binası ve Çocuk Ruh Sağlığı Ana Bilim Dalı binaları inşa etmek suretiyle kamulaştırmasız elatmıştır.
Davacı idare, elatma gününden, görülmekte olan davanın açıldığı 12.08.2002 tarihine kadar 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu'nun 38.maddesinde öngörülen yirmi yıllık hak düşürücü sürenin geçmiş olması nedeniyle tapu iptali ve tescil talebinde bulunmuş; 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu'nun 38.maddesi, Anayasa Mahkemesi'nin 04.11.2003 tarihli Resmi Gazetede yayımlanan 10.04.2003 gün ve 2002/112 Esas, 2003/33 Karar sayılı kararı ile, yargılama sırasında iptal edilmiştir.
UYUŞMAZLIK; 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu'nun "Hak Düşürücü Süre" başlıklı ve "Kamulaştırma yapılmış, ancak işlemleri tamamlanmamış veya kamulaştırma hiç yapılmamış iken kamu hizmetine ayrılarak veya kamu yararına yönelik bir ihtiyaca tahsis edilerek üzerinde tesis yapılan taşınmaz malın malik zilyed veya mirasçılarının bu taşınmaz mal ile ilgili her türlü dava hakkı yirmi yıl geçmekle düşer. Bu süre taşınmaz mala elkoyma tarihinden başlar." hükmünü içeren 38.maddesini iptal eden, 04.11.2003 tarihli Resmi Gazetede yayımlanan, 10.04.2003 gün, E:2002/112, K:2003/33 sayılı Anayasa Mahkemesi kararının; iptal tarihine kadar yirmi yıllık hak düşürücü süresi dolmuş bulunan eldeki davaya etkili olup olmayacağı noktasında toplanmaktadır.
a )Kamulaştırmasız elkoyma kavramı ve irdelenmesi:
2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu kapsamı içinde veya özel kanunlardaki hükümlere uyularak bir kamulaştırma işlemi yapılmamış veya kamulaştırma işlemine başlanılmakla beraber tamamlanmamış olmasına rağmen, idare el koyarak bir taşınmaz mal üzerinde tesis veya bina yapar yahut o taşınmaz malı kamu yararına yönelik bir hizmete tahsis ederek mal sahibinin dilediği gibi kullanma hakkına karşı herhangi bir girişimde bulunursa, kamulaştırmasız elkoyma söz konusudur.
Kamulaştırmasız elkoyma kavramı, 6830 sayılı İstimlak Kanunu'nun yürürlüğe girdiği 9 Ekim 1956 tarihinden sonraki olgular için söz konusu olup, bu tarihten önceki el koymalar, 05.01.1961 gününde kabul edilen 221 sayılı Amme Hükmi Şahıslar veya Müesseseleri Tarafından Fiilen Amme Hizmetlerine Tahsis Edilmiş Gayrimenkuller Hakkındaki Kanun ile "Kamulaştırılmış" sayılmıştır.
Bu itibarla kamulaştırmasız el koyma; 9 Ekim 1956 gününden sonra kamulaştırma işlemi yapılmaksızın ve bir Kanun hükmüne dayanılmadan idarenin taşınmaz mal üzerinde fiilen tasarrufa başlaması ve asıl mal sahibinin kullanma hakkına engel olması veya bu hakkı ortadan kaldırmış bulunmasıdır.
Gerek 6830 sayılı İstimlak Kanunu'nda, gerekse bu Kanunu kaldırarak, kamulaştırma konusunda yeni ilkeler getiren 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu'nda; kamulaştırma yapılmaksızın taşınmaz malına el konulan kimsenin, uğradığı zarar ve ziyan ile mülkiyet hakkının kullanılmasından doğan malın özüne bağlı hangi davaları açabileceği konusunda bir düzenleme getirilmemiştir.
Bütün bu sorunlar 16.5.1956 gün ve 1/6 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı ile çözüme bağlanmış ve kamulaştırmasız el koyma davalarının kaynağı bu İçtihadı Birleştirme kararı olmuştur. Anılan İçtihadı Birleştirme Kararında; usulü dairesinde verilmiş bir kamulaştırma kararı olmadan ve bedeli ödenmeden taşınmazına el konulan kimsenin, ilgili kamu tüzel kişisi aleyhine elatmanın önlenmesi davası açabileceği gibi, değer karşılığının verilmesini de isteyebileceği benimsenmekle birlikte, bu davalar, herhangi bir zamanda açılma zorunluluğu ile kısıtlanmamıştır.
İşte bu noktada, 08.11.1983 gününde yürürlüğe giren 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu'nun 38.maddesinde, kamulaştırmasız el koymadan doğan her türlü davaya bir sınırlama getirilmiştir.
2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu'nun "Hak Düşürücü Süre" başlığını taşıyan 38.maddesinde; "Kamulaştırma yapılmış, ancak işlemleri tamamlanmamış veya kamulaştırma hiç yapılmamış iken kamu hizmetine ayrılarak veya kamu yararına yönelik bir ihtiyaca tahsis edilerek üzerinde tesis yapılan taşınmaz malın malik, zilyed veya mirasçılarının bu taşınmaz mal ile ilgili her türlü dava hakkı yirmi yıl geçmekle düşer. Bu süre taşınmaz mala el koyma tarihinden başlar." hükmü öngörülmüştür.
Bu açık hüküm karşısında, idarenin el koyarak taşınmazı kamu hizmetine özgülemesi veya bir tesis yaptırma eyleminin üzerinden yirmi yıl geçmiş ise, artık tapu ile malik bile olsa, sahibinin her türlü dava hakkının düştüğü, kuşku ve duraksamadan uzaktır. Dolayısıyla bu hak düşürücü süre dolduktan sonra, mal sahibinin ne malı geri alıp tasarrufunu sağlayıcı ( el atmanın önlenmesi, taşınmaz malın teslimi gibi ) bir dava açabilmesi, ne de mal varlığındaki eksilmesini önleyici, zararını karşılayıcı ( yerin bedelinin ödenmesi, ecrimisil, kira veya tazminat ) davaları açabilmesi olanaklı değildir. Bu demektir ki, eski malikin bu yer üzerindeki mülkiyet hakkı sona ermiştir. Taşınmaz mal kendisinin mülkiyetinden çıkmış, tahsis veya tesisi yapan idarenin mülkiyetine geçmiştir.
Görüldüğü üzere idare, somut olaydaki gibi, tesis yaptırdığı taşınmazın, 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu'nun 38.maddesinde öngörülen koşulların oluşması halinde, tapuya kendi adına tescilini isteyebilir.
Her ne kadar 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu'nun 38.madde metninde bu yolda bir hüküm konulmamış ise de, anılan madde ile ilgili gerekçesinde; "Medeni Kanunumuzun 638, 639 ve 897'nci maddeleri dikkate alınarak mülk edinmedeki kazandırıcı zamanaşımı süresinin mülkiyetin kaybedilmesinde de idarelerin menfaatleri dikkate alınarak değerlendirilmesi gerekmektedir." denilmiştir.
Gerekçedeki bu sözler, bir yandan açık ve kesin olarak mal sahibi bakımından mülkiyetin kaybedildiğini vurgulamaktadır. Diğer yandan ise, bu kaybın nedenini kazandırıcı zamanaşımı süresi geçtiğinden idarenin o yer üzerinde mülkiyet hakkının doğmuş bulunmasına bağlamaktadır . Gerçekten, sözü edilen önceki Medeni Kanunu'nun 638'nci maddesi ( yürürlükteki TMK.m 712 ), tapulu bir yeri, elinde bulunduran, başkasının bile olsa, koşulları varsa, belli bir süreden sonra kazandırıcı zamanaşımı nedeniyle sahip olabileceğini; önceki Medeni Kanunu'nun 639'ncu maddesi de ( yürürlükteki TMK.m 713 ), tapu silinde kayıtlı olmayan bir taşınmaz malı belli bir süre elinde bulunduranın, koşulları varsa, zamanaşımı ile kazanabileceğini; önceki Medeni Kanunun 897'nci maddesi ( yürürlükteki TMK.m 984 ) ise, belli bir süre geçtikten sonra zilyedin dava hakkından yoksun kalacağını, hükme bağlamaktadır.
2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu'nun 38.maddesinin kabulüne götüren düşünce, belli bir zamanaşımı süresinde taşınmaz malın mülkiyetinin kazanılabileceği gibi, belli bir süre içinde dava hakkını bile kullanmayan kimsenin, başkasının el koymasına ve tesis yapmasına sesini çıkarmadığından ve haklarını kullanmadığından, her türlü dava hakkını, mülkiyet ve zilyetlikten doğma sahiplik haklarını yitirdiği; eş söyleyişle belli sürelerin geçmesiyle bu yer üzerinde artık idarenin mülkiyet, sahiplik ve her türlü tasarruf hakkının doğduğudur.
4721 sayılı Türk Medeni Kanunu'nun 705'nci maddesinin 1.fıkrasında, taşınmaz mülkiyetinin tescille kazanılacağı belirtildikten sonra; 2.fıkrasında, "Miras, mahkeme kararı, cebri icra, işgal, kamulaştırma halleri ile kanunda öngörülen diğer hallerde, mülkiyet tescilden önce kazanılır." hükmü öngörülmüştür.
Tescille kazanma ilkesine ayrık bir hüküm olmaktan çok, Kanunun 705.maddesinin 2.fıkrası ile, tescile gerek olmadan da taşınmaz mülkiyetinin, bu yollarla kazanılabileceği belirtilmiştir.
Bu noktada, 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu'nun 38.maddesinde öngörülen yirmi yıllık hak düşürücü sürenin geçmesiyle idarenin, 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu'nun 705/2.fıkrası gereğince, taşınmazın mülkiyetini tescilden önce kazanacağı açıktır.
Ne var ki, taşınmaz mülkiyetini devretmek veya üzerinde sınırlı ayni hak kurmak ya da kurulmuş bu hakları devretmek için tescil zorunlu olup; mülkiyeti kazanan idare eski maliki hasım göstererek, taşınmazın tapuya kendi adına tescilini dava yolu ile isteyebilir.
Ancak, mahkemece idare adına verilen tescil kararı, yenilik doğuran ( inşaî ve ihdasi ) bir hüküm olmayıp, daha önce meydana gelmiş bir hukuki durumu tespit edici ( beyani ) bir hükümdür.
b )Anayasa Mahkemesi Kararlarının Özelliği ve Geriye Yürümemesinin İrdelenmesi:
Eldeki dava bakımından sağlıklı bir sonuca gidilebilmesi için, Anayasa Mahkemesi kararlarının niteliği ile geriye yürümeme konuları üzerinde durulmalıdır.
Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 153. maddesinin ikinci fıkrasında; Anayasa Mahkemesinin bir kanun veya kanun hükmünde kararnamenin tamamını ve bir hükmünü iptal ederken kanun koyucu gibi hareketle, yeni bir uygulamaya yol açacak biçimde hüküm tesis edemeyeceği belirtildikten sonra beşinci fıkrasında da iptal kararlarının geriye yürümeyeceği açıklanmıştır.
Anayasa Mahkemesinin verdiği iptal kararları idari yargıda verilen iptal kararlarından farklı özelliğe sahiptir. İdari yargıda asıl olan, iptal kararlarının geriye yürümesi, bir başka ifade ile iptal edilen idari işlemin doğduğu andan itibaren yok sayılması esas olmasına karşın, Anayasa Mahkemesinin iptal kararlarının geriye yürümemesi asıldır. Bu bakımdan idari yargıdaki iptal kararları beyan edici, açıklayıcı olduğu halde Türk Anayasa Yargısındaki iptal kararları genelde kurucu ( inşai ) niteliktedir.
Anayasada, kazanılmış hakları ve hukuksal güvenliği ortadan kaldırıcı ya da toplumun adalet anlayışını zedeleyici sonuçlar doğmasından kaygı duyulması nedeniyle, iptal kararlarının geriye yürümezliği ilkesi kabul edilmiştir. Nitekim Anayasa Mahkemesi 12.12.1989 günlü ve 1989/11 esas, 1989/48 sayılı kararında; "Türk Anayasa sisteminde Devlete güven ilkesini sarsmamak ve ayrıca Devlet yaşamında bir karmaşaya neden olmamak için iptal kararlarının geriye yürümezliği kuralı kabul edilmiştir. Böylece hukuksal ve nesnel alanda sonuçlarını doğurmuş bulunan durumların iptal kararlarının yürürlüğe gireceği güne kadarki dönem için geçerli sayılması sağlanmıştır." demek suretiyle konunun önemini vurgulamıştır.
Anayasa Mahkemesi, iptal kararlarının geriye yürüme yasağı konusunu incelerken, özellikle kazanılmış hak kuralı üzerinde durmak gereğini duymuştur. Anayasa Mahkemesinin 9.12.1989 gün ve 1989/14 esas ve 1989/49 esas sayılı kararında aynen "Bir hukuk kuralının yürürlüğü sırasında, bu kurala uygun biçimde tüm sonuçları ile kesin olarak edinilmiş hakların korunması hukuk devletinin gereğidir" içtihadında bulunmuştur. Bu düşünceye uygun şekilde Danıştay da, 16.12.1966 gün ve 1963/386 esas,1966/1642 sayılı kararında; "iptal kararları geriye yürümez" kuralının kazanılmış hakları saklı tutmak, hukuki kararlılığı ve dolayısıyla kamu düzenini korumak amacıyla getirildiği görüşünü benimsemiştir.
Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilen 38. madde 2942 Sayılı Kanun ile kabul edilmiştir. 6830 Sayılı eski İstimlak Kanununda böyle bir hüküm yoktu. 38.maddenin, 2942 Sayılı Kamulaştırma Kanununda düzenlenmesinin çok önemli sosyolojik ve yönetsel nedenleri bulunmaktadır. Maddenin gerekçesinde bu hususlara kısmen değinilmektedir. Bunlar; Medeni Kanunumuzun 638.639. ve 897. maddeleri dikkate alınarak mülk edinmedeki kazandırıcı zamanaşımı süresinin mülkiyetin kaybedilmesinde de idarelerin menfaatleri dikkate alınarak değerlendirilmesinin gerektiği hususu ile yüksek ve mükerrer bedel ödemelerine mani olmak ve uygulamadaki aksaklıkları düzeltmek olarak özetlenebilir. Gerek yürürlükten kaldırılan 6830 sayılı Kanunda ve gerekse 2942 Sayılı Kanunda otomatik olarak tescil kuralı kabul edilmemiştir. 2942 Sayılı Kanunda 4650 Sayılı Kanunla yapılan değişiklik sonucu benimsenen yeni usulle, eski sistem terk edilmiş ve idarenin, tapuya kayıtlı mallar hakkında yapacağı kamulaştırmalarda satın alma usulünü öncelikle uygulaması esası getirilmiş, tarafların anlaşmaları sonucu kamulaştırılması istenen taşınmaz malın malikinin, Tapu Sicil Müdürlüğüne gelip idare lehine ferağ vermek koşuluyla kararlaştırılan bedelin idarece kendisine ödeneceği kabul edilmiş ( 2942 S.K.Madde 8 ), satın alma konusunda anlaşma sağlanamadığı taktirde de anılan kanunun 10. maddesi uyarınca kamulaştırılması istenen taşınmazın bedelinin mahkemece tespitinden sonra, tanınan süre içerisinde saptanan bedelin bankaya yatırılması sonucu bunun taşınmaz malın sahibine ödenmesi kararı ile birlikte kamulaştırmanın konusunu teşkil eden taşınmaz malın da idare adına tesciline karar verileceği belirtilmiştir.
Bu hükümlerin yasada düzenlenmesinin sebebi, yukarıda da belirtildiği gibi eski kanunların yarattığı sakıncaların önlenmesine yöneliktir. Eski kanunlara göre kamulaştırılan ve bedelleri mülkiyet hakkı sahiplerine yıllar önce ödenen pek çok taşınmazın tapuları, hâlâ vatandaşlar üzerinde bulunmaktadır. Devletin arşiv ve kayıt düzeninin sağlıklı işlememesi sebebiyle önceki yıllarda kamulaştırma yapmış olan idareler bu gün, çok daha yüksek meblağlara varan bedelleri ikinci kez bu kişilere ödenmek zorunda bırakılma tehlikesiyle karşı karşıya gelmiş bulunmaktadırlar.Kanunlar, kabul edilip yürürlüğe konulup uygulanırlar, hukuki olaylara yön verirler, kişilere haklar kazandırırlar ve sonunda yasa koyucunun iradesiyle veya burada olduğu gibi yetkili Mahkeme tarafından iptal edilebilirler. Kanunları da baştan itibaren hukuk dünyasına hiç gelmemiş, uygulanmamış, hukuki durumlar yaratmamış ve sonuçlar meydana getirmemiş olarak kabul etmek mümkün değildir. Anayasa Mahkemesinin yukarıda kısmen değinilen kararları da bu hususları teyit etmektedir. Şöyle ki: Kamulaştırma Kanununun 38. maddesi, kabul edildiği 1983 yılından itibaren iptal sonucu yürürlükten kalktığı 4.11.2003 gününe kadar uygulanmış ve Anayasa Mahkemesinin deyimi ile hukuksal ve nesnel alanda sonuçlarını doğurmuş bulunan durumlar meydana getirmiştir. Meydana gelen durumların en başında hiç kuşku yok ki, el koymadan itibaren 20 yıl geçmekle el konulan taşınmazın malik, zilyet ve mirasçılarının her türlü dava hakkının düşmesi ve dava hakkının düşmesinin doğal sonucu olarak bu taşınmazın mülkiyetinin artık idareye geçmiş olduğu hususudur.
Doktrinde ve uygulamada hakim olan görüşe göre, söz konusu sürenin geçmesi ile birlikte malikin, kamulaştırma yapılmaksızın el konulan gayrimenkul üzerindeki mülkiyet hakkı sona ermiş ve mülkiyet hakkı idareye geçmiştir. Dolayısıyla idare, taşınmaz malın kendi adına tescilini veya tapudan terkinini dava edebilecektir.
Anayasanın 153. maddesindeki "İptal kararları geriye yürümez" biçimindeki hükmü, kanunların yürürlükte oldukları zamanla sınırlı olarak kaybedilen veya kazanılan haklarla alakalı olarak meydana gelen durumlara dokunulmaması ve bunların hiçbir surette etkilenmemesi için konulmuş bir hükümdür.
Bir hakkın yasa ile ortadan kalkmasından sonra, o yasanın iptal edilmesiyle hak yeniden canlanmaz. Aksini kabul etmek , iptal kararlarının geriye yürümezliği ilkesini daha doğrusu bunu düzenleyen anayasa hükmünü görmezlikten gelmek olur. Böyle bir uygulama, anayasayı ihlal anlamını taşır ki hukuk düzeni bunu onaylaması düşünülemez.
Bir hakkın kazanılması veya kaybedilmesi ancak kanunla olur.Yasanın tanımadığı bir hakkı, mahkemelerin yürürlükteki yasaya aykırı olarak mahkemelerin tanıması mümkün değildir. Bu itibarla Anayasa Mahkemesinin iptal kararlarının, kazanılmış hakları ve kanunun yarattığı durumları ortadan kaldırması düşünülemez.
Yasaların ve yargı kararlarının amacı, kamu düzenini bozmamak ve Devlete duyulan güveni sarsmamak olmalıdır.
Nitekim Anayasa Mahkemesi de 11.10.1963 tarih ve 1963/124 esas, 1963/243 sayılı kararında; Anayasada yer alan iptal kararlarının geriye yürümeyeceği hükmünün, anayasaya aykırı kanunların iptali için açılmış olan davaların görülmesini etkilemeyeceği hususuna değindikten sonra, "içtimai huzur düşüncesiyle konulduğu Temsilciler Meclisi Anayasa Komisyonu raporundan anlaşılan Anayasa Mahkemesi kararlarının geriye yürümeyeceği hükmünün, hasıl edeceği sonuçların tayininin uygulama ile ilgili bir işlem olduğunu" belirtmiştir. Bu karardan da anlaşılacağı gibi bizzat Anayasa Mahkemesi, iptal edilen yasa hükümlerinin iptalden önce yarattığı etkilerini kabul ederek iptal kararlarının geriye yürümeyeceği ilkesine sadık kalmıştır. Aynı karara başka bir nedenle muhalif olan bir sayın üye; "Anayasa Mahkemesinin kendisi de, Anayasanın 152. maddesi hükmünü göz önünde tutmak mecburiyetindedir. Zira sözü geçen 152 nci maddenin, tatbikatçıları ve sair mercileri, Anayasa Mahkemesi kararlarını geriye yürüyecek surette uygulamaktan men ettiği hususunda nasıl herhangi bir tereddüt gösterilmiyorsa bu maddenin bizzat Anayasa Mahkemesini de, geriye yürümek suretiyle tesir gösterecek nitelikte karar vermekten evleviyetle menetmekte olduğu hususunda tereddüde düşülmemek icap eder. Aksini düşünmek Anayasanın 152 nci maddesinin hem açık ifadesine ve hem de maksat ve ruhuna uygun düşmez." şeklinde düşünce bildirmiştir.
Anayasa Mahkemesinin yukarıda değinilen kararı soyut norm denetimi ile ilgili görünmekte ise de davacının bu hususu somut norm denetimi ile de Anayasa Mahkemesinin önüne getirme olasılığının bulunması karşısında nevi şahsına münhasır bir karardır. Çünkü dava, Cumhuriyet Halk Partisinin haksız iktisaplarının iadesi hakkındaki 14.12.1953 günlü 6195 Sayılı Kanunun Anayasa'ya aykırılığı ileri sürülerek iptali istemidir. Burada soyut norm denetimine konu olabilecek yasayı Anayasa Mahkemesi önüne getiren parti gurubu aynı zamanda davanın tarafıdır. Bu karardan da anlaşılabileceği gibi, somut norm denetimi yolu ile Anayasa'ya aykırılığı ileri sürülerek Anayasa Mahkemesinin önüne getirilen işlerde dahi bu mahkemenin kararları ile geçmişte oluşmuş hukuki durumların değiştirilmesi ve davacılar yararına imkanlar yaratılıp,yasaların tanımadığı bir hakkı onlara vermeleri mümkün değildir. Yüksek Mahkemenin bu kararında olduğu gibi böyle durumlarda Anayasa Mahkemesinin kararlarının etkisi, hukuka veya Anayasa'ya aykırılığı tespitten ibarettir.
Gerek 1961 ( madde 152/3 ) ve gerekse 1982 ( 153/5 ) Anayasaları, iptal kararlarının geriye yürümezliği ilkesini kabul etmişlerdir. Bu ilkenin kabul edilişindeki en önemli etken, iptal edilen kanuna dayanılarak o tarihe kadar yapılmış yüzlerce,binlerce bireysel işlemi geçersiz kılacağı, bu yüzden kişilerin hukuki güvenliği ve kamu düzeninin istikrarı açısından çok büyük sakıncalar doğuracağı ilkesidir. ( Prof. Dr. Ergun Özbudun Türk Anayasa Hukuku s. 411 )
İptal kararlarının geriye yürümezliği ilkesini salt, Anayasa Mahkemesinin iptal kararının yürürlüğe girmesinden önce mahkemelerce verilip kesinleşen kararlarla sınırlamak da mümkün değildir. Bir Yasa, iptalden önce zamanla sınırlı olarak ( olayımızda bu süre yasa ile 20 yıl dır. ) bir tarafa haklar kazandırırken diğer yanın haklarını ortadan kaldırıp yeni hukuki durumlar yaratmış ise bunların görmezlikten gelinmesi yukarıda açıklanan hususlardan dolayı mümkün değildir. Anayasanın 153/5 maddesine konulan bu hükümle hukuksal ve nesnel alanda etkilerini göstermiş, sonuçlarını doğurmuş durumların iptal kararlarının yürürlüğe gireceği güne kadar ki dönem için geçerli olması sağlanmıştır.
c )2942 sayılı Kanunu'nun 38.maddesinin İptal Öncesindeki Uygulaması
Açısından Konunun İrdelenmesi:
Yukarıda da değinildiği üzere dava konusu ile ilgili bulunan 2942 Sayılı Kanunun 38. maddesinin hükmü ile, belli bir süre içinde dava hakkını bile kullanmayan kimsenin, taşınmaz malına başkasının el koymasına, tesis yapmasına sesini çıkarmadığından ve haklarını kullanmadığından her türlü dava hakkını yitirdiğinden, bu yer üzerinde artık idarenin mülkiyet, sahiplik ve her türlü tasarruf hakkı doğmuştur. Böylece idare, eski maliki hasım göstererek bu yerin tapu kaydının silinmesini, kendisi adına tesciline karar verilmesini, yapılan tesis veya tahsis nedeniyle taşınmazın tescili olanağı yok ise terkinini istemek hakkını kazanmıştır.. Mahkemelerin, koşulları gerçekleştiği taktirde istem doğrultusunda karar vermeleri gerekir. Aksini kabul etmek, bir kayıt yaşamını ve gücünü kaybettikten sonra, onu devam ettirmek olur. Tapuda kayıtlı bir mal sahipsiz kalamaz. Sahiplilik hakkı düşen kimse o yerin maliki olamayacağından malın gerçek sahibi durumuna gelen idare adına tescile karar vermek gerekir.
Yasanın yürürlüğe girdiği 1983 yılından iptal kararının yürürlüğe girdiği 04.11.2003 tarihine kadar tüm uygulama bu şekilde olmuştur. Başka bir anlatımla; kamu hizmetine ayrılarak veya kamu yararına yönelik bir ihtiyaca tahsis edilerek üzerinde tesis yapılan taşınmaz malın malik, zilyet veya mirasçılarının bu taşınmaz mal ile ilgili her türlü dava hakları düştükten sonra bu taşınmaz malların tapularının iptaline, idare adına tesciline veya tapuya kayıtlı olan taşınmaz mal kayda tabi olmayan bir taşınmaza dönüştüğü taktirde sicilden terkinine karar verilmiştir. İdarenin elde ettiği hakkı sadece kesinleşmiş mahkeme kararları ile sınırlandırmak, 2942 Sayılı Kanunun 38. maddesinin yürürlüğe girdiği günden itibaren meydana gelen durumların bir bölümü için geçerli, diğer bir bölümü için ise geçersiz kabul etmek olur ki, bu yorum tarzını hiçbir hukuk sisteminin kabul etmesi olanaklı değildir.Bu yorum şekli adalete, hakkaniyete ve kazanılmış hak ilkelerine aykırıdır.
d )Türk Hukukunda Mülkiyet Kavramının İrdelenmesi:
Sırası gelmişken kısaca mülkiyet hakkına değinmekte yarar vardır.Türk Hukukunda mülkiyet hakkının niteliğini ve kapsamını, yürürlükten kaldırılan 743 sayılı Türk Kanunu Medenisi'nin 618. maddesi klasik ( liberal-bireyci ) görüşten esinlenerek çizmiştir. Bu görüş, kişi-eşya ilişkisinde malike sınırsız hak tanır. Mülkiyet hakkını "doğal hak" olarak kabul eder. Mülkiyet hakkı kişiye bağlı, dokunulmaz, vazgeçilmez, zamanaşımına uğramaz, kutsal bir haktır. Kısacası, klasik sistemde bireysel çıkar, toplum çıkarından önce gelir. Bireysel çıkarla toplum çıkarı çatışırsa bireysel çıkar korunur. Özel ( ferdi ) teşebbüs sosyal ve ekonomik hayatın temel unsuru olduğundan mülkiyet hakkına sınır koyma, müdahale etme, bu sistemde ilke olarak söz konusu olamaz. Fransız ihtilali ve tabii hukuk doktrinin etkilediği 1924 Anayasası da mülkiyet hakkına hiçbir sınırlama tanımamış ve eski Medeni Kanunun 618. maddesi ile uyum içinde olmuştur.
Bu görüş 1961 Anayasası ile terk edilmiştir. Alman Anayasasının 14. maddesinden esinlenerek düzenlenen 1961 Anayasasının 36/1. maddesi uyarınca mülkiyet hakkı, hem bir kurum olarak hem de bireysel bir hak olarak devletin müdahalelerine karşı güvence altına alınmış ve mülkiyet hakkının özüne dokunulamayacağı belirtilmiştir. 1961 Anayasası, 36 maddesinin 2. ve 3. fıkraları ile klasik ( liberal-bireysel ) mülkiyet anlayışını değiştirmiş, modern mülkiyet anlayışını benimsemiştir.
Modern mülkiyet anlayışında mülkiyet hakkının içeriği, "yetki" ve "ödevlerden" oluşmaktadır. Bu içerikte malikin hem yetkileri ( kullanma, yararlanma, tasarruf etme ) ve hem de komşularına ve topluma karşı ödevleri ( yapmama, katlanma, yapma ) vardır.
Anayasa Mahkemesi de 2.6.1964 gün ve 1964/13 esas, 1964/43 sayılı kararında; "mülkiyet hakkı geçen yüzyılın ferdiyetçi doktrinlerinin etkisi altında malikin kişiliğine bağlı, dokunulmaz, kutsal ve doğal haklardan sayılırken günümüzde bu görüş değişmiş ve mülkiyet hakkı, malikine toplum yararına bazı ödevler ve görevler yükleyen sosyal bir hak olarak görülmeye başlanmıştır." diyerek Anayasanın benimsediği modern mülkiyet görüşünü uygulamıştır. Hiç kuşku yok ki 1982 Anayasası da 35. maddesindeki düzenleme ile 1961 Anayasası gibi modern mülkiyet anlayışını benimsemiştir. Başta 4721 Sayılı Türk Medeni Kanunu olmak üzere, İmar Kanunu gibi bir kısım yasalarla mülkiyet hakkı sahibine modern mülkiyet anlayışı doğrultusunda bazı ödevler yüklenmiştir.
Yine yukarıda da değinildiği üzere Türk Medeni Kanunu'nun 705. maddesi; taşınmaz mülkiyetinin, kural olarak tescille kazanılacağını öngörmektedir. Maddenin ikinci fıkrasında ise, bu kuralın istisnaları olarak miras, mahkeme kararı, cebri icra, işgal, kamulaştırma halleri ile kanunda öngörülen diğer hallerde mülkiyetin tescilden önce kazanılacağı açıklanmıştır. Hemen belirtmek gerekir ki mülkiyetin tescilden önce kazanılması ile ilgili olarak burada sayılanlar sınırlayıcı değildir. Diğer bir anlatımla bunların dışında da mülkiyetin tescilden önce kazanıldığı haller mevcuttur.
Yargıtay'ın 1.11.1944 gün ve 1944/9 esas, 1944/30 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı bu konuya açıklık getirmiş ve; 2510 sayılı İskan Kanununun zımni ve sarih hükümlerine göre usulü dairesinde yapılıp katileşen tahsis ve tefvizlerin tescilden önce de mülkiyet hakkının kazanılmasını sağladığını belirtmiştir. 21 Haziran 1934 tarihinde Resmi Gazetede yayımlanan 2510 Sayılı İskan Kanunu halen yürürlüktedir. Bu kanunda tefviz ve tahsisle gayrimenkul mülkiyetinin tescilden önce kazanılacağına dair açık bir hüküm bulunmamasına rağmen yukarıda belirtildiği gibi Yargıtay, anılan tevhidi içtihat kararında, mülkiyetin tescilden önce kazanılacağını kabul etmiştir.
Yürürlükten kaldırılmış bulunan 743 Sayılı Türk Kanunu Medenisinin 633. maddesinde, kanunda öngörülen diğer hallerden bahsedilmediği halde Yargıtay yukarıda sözü edilen Tevhidi İçtihat Kararı ile konuyu statik ve dar kalıplar içinde yorumlamaktan kaçınmış, Türk Kanunu Medenisinin 633/2. madde ve fıkrasında sayılan hallerin dışında da mülkiyet hakkının, tescilden önce kazanılacağı görüşünü benimsemiştir. İdarenin taşınmaz mala el koymasını 705. maddede sayılan haller arasında yer alan "İşgal" olarak nitelendirmek mümkün değildir. Burada sayılanlardan "kanunda öngörülen diğer hallerden" biri olarak nitelendirmek daha isabetli olacaktır.
2942 Sayılı Kamulaştırma Kanununun 38. maddesi kanunda öngörülen hallerden bir tanesidir. Bu hükmün, koşulları gerçekleştiğinde mülkiyet hakkı artık idarenindir. Tapudaki tescil işlemi, kazandırıcı değil, açıklayıcı bir işlemdir. 38. maddede 20 yıl dolmakla mülkiyetin idareye geçtiğinin açıkça yazılmamış olması sonucu değiştirmez. Çünkü, 38. maddenin yürürlükte olduğu dönemde bu hükme dayanılarak mahkemelerce verilen kararlar Yargıtay'ın da denetiminden geçerek kesinleşmiştir. Böylece, 20 yıl geçmekle mülkiyet hakkı sahibinin bu hakkını kaybettiği, buna karşılık idarenin de bu hakkı kazandığı kabul edilmiştir.
İdareye 20 yıl dolduktan sonra tescil talebinde bulunmak için de herhangi bir süre sınırlaması getirilmemiştir. Önemli olan, kanunun öngördüğü koşulların gerçekleşmesidir. İptal kararı yürürlüğe girmezden önce koşullar gerçekleşmiş ve 20 yıllık hak düşürücü süre de dolmuş ise, idare her zaman kendisine bu hakkı sağlayan 2942 Sayılı Kamulaştırma Kanununun 38. maddesi uyarınca taşınmaz malın tapu kaydının iptali ile adına tescilini veya el konulan taşınmaz mal tahsis edildiği kamu hizmeti itibariyle sicile kaydı gerekmeyen bir hakka dönüştüğü taktirde terkini istemek hak ve yetkisine sahiptir.
Aksi taktirde 20 yıl geçmekle idarenin mülkiyet hakkını kazandığını kabul etmemek, 38.maddeye dayanılarak bu güne kadar verilen tescil kararlarını da geçersiz saymak anlamına gelir ve bunun sonucu olarak da idarelerin 6830 ve 2942 Sayılı Kamulaştırma Kanunlarının 17. maddelerine göre kamulaştırıp bedelini ilgililerine ödedikleri halde mülk sahiplerinin ferağa yanaşmamaları nedeniyle bunlar üzerine kayıtlı gözüken taşınmaz mallarla alakalı olarak açtığı ve ancak, belge ( banka ödeme makbuzu veya kamulaştırma evrakı ) temin ve ibraz edememesi nedeniyle 2942 Sayılı Kanunun 38. maddesine göre 20 yıllık sürenin geçtiği savunmasıyla dahi kazandığı tüm davaları "yolsuz tescil" iddiası ile kaybetmek durumunda kalmaları söz konusu olabilecektir ki; Böyle bir kaosun yaşanmasına hukukun ve dolayısıyla mahkemelerin sebebiyet vermesi düşünülemez.
e )Somut Olayın Değerlendirilmesi:
Tüm açıklamalar ışığında somut olay değerlendirildiğinde; dosyada bulunan kanıt ve belgelere göre, davacı idarenin tapuda davalı adına kayıtlı bulunan 57,35 metrekare yüzölçümündeki 2 parsel sayılı taşınmazın tamamına, kamulaştırma yapmadan, 1968 ve 1980 yıllarında Ortopedi ve Travmatoloji Anabilim Dalı ile Çocuk Ruh Sağlığı Anabilim Dalı binalarını inşa etmek suretiyle elattığı anlaşılmaktadır. 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu'nun 38.maddesinde yazılı 20 yıllık hak düşürücü sürenin geçmiş olması nedeniyle, 12.8.2002 tarihinde görülmekte olan dava açılmış; Anayasa Mahkemesi'nin, 4.11.2003 tarihli Resmi Gazetede yayımlanan 10.4.2003 gün ve 2002/112 Esas, 2003/33 Karar sayılı kararı ile 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu'nun 38.maddesi iptal edilmiştir.
Anayasa Mahkemesi'nin iptal kararından önce 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu'nun 38.maddesinde öngörülen yirmi yılık hak düşürücü süre geçirildiğinden, davalının mülkiyet hakkı sona ermiş, taşınmaz, artık tesisi yapan davacı idarenin mülkiyetine geçmiştir.
Olayda, gerek 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu'nun 705/2.maddesi, gerekse 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu'nun 38.maddesi uyarınca davacı idare yararına gerçekleşmiş ve tamamlanmış hukuki durum söz konusu olup, bu nedenle Anayasa Mahkemesi'nin iptal kararından etkilenmeyeceği açıktır.
Anayasa Mahkemesinin iptal kararlarının ilke olarak Resmi Gazetede yayımlandıkları tarihten itibaren ve geleceğe dönük olarak hüküm ve sonuç doğuracağı unutulmamalıdır. Bu nedenledir ki, Anayasa Mahkemesi'nin iptal kararından önce, iptal edilen yasa kuralına dayanılarak, davacı idare yararına kazanılmış mülkiyet hakkının Anayasa Mahkemesi kararından etkilenmeyeceği, kuşku ve duraksamadan uzaktır. Daha açık anlatımla Anayasa Mahkemesi'nin iptal kararının, iptal edilen yasa kuralına dayanılarak daha önce davacı yararına gerçekleşen kazanılmış hakka etkili olması olanaklı değildir.
Şu hale göre yirmi yıllık hak düşürücü süre iptal kararından önce dolduğundan; Yerel Mahkemece taşınmazın, gerçek hak sahibi durumuna gelen davacı idare adına tesciline karar verilmesi ve aynı nedene dayalı direnme kararı usul ve yasaya uygundur (HGK. 25.5.2005, 288/352).
KAMULAŞTIRMASIZ ELATMA - TAZMİNAT NİTELİĞİ
YASAL FAİZ UYGULANMASI
İstek, icra müdürlüğü işlemini şikayete ilişkindir.
Kamulaştırmasız elatma nedeniyle tazminat istemli dava sonunda verilen, taşınmazların yol olarak terkini ile bedelinin davalı idareden yasal faizi ile tahsiline ilişkin, ilama dayanılarak girişilen ilamlı icra takibinde icra emrinde alacak için istenen ve uygulanan faizin kamu alacaklarının tahsilinde uygulanan faiz olarak hesaplanmasına yönelik icra müdürlüğü işlemi şikayete konu edilmiş; yasal faiz uygulanması gerektiği ileri sürülmüştür.
Direnme yoluyla Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; ilamlı takibe konu kamulaştırmasız el atma nedeniyle tazminat alacağına; kamulaştırma bedeline ilişkin alacaklara uygulanan Anayasa'nın 46. maddesinin son fıkrasına göre kamu alacakları için öngörülen en yüksek faiz oranının mı, yoksa 3095 sayılı Kanundaki yasal faiz oranlarının mı uygulanacağı noktasında toplanmaktadır.
İlkin belirtmekte yarar vardır ki, kamu hizmetlerinin gereği gibi yerine getirilebilmesi için gereksinim duyulan taşınmaz malların özel kimseler elinde ve onların mülkiyetinde olması durumunda, devlet ve kamu tüzel kişileri o taşınmazı sahibinden satın alma veya trampa yoluna gidebileceği gibi kamulaştırma yoluyla edinebilmekte ya da herhangi bir işlem yapmaksızın fiilen el koyabilmektedir. Bunlardan ilk iki yol temelini Anayasadan, özel kanunundan veya sözleşmeden almakta iken sonuncu yol olan kamulaştırmasız el atma, hukuksal niteliği itibariyle temelini Borçlar Kanunu'nun haksız eyleme ilişkin hükümlerinden almaktadır.
Yeri gelmişken, konuya ilişkin yasal düzenlemeler ile "kamulaştırma" ve "kamulaştırmasız el atma" kavramlarının irdelenmesinde yarar vardır.
Kamulaştırma, T.C. Anayasası'nın 46. maddesinde ve 4650 sayılı Kanunla değişik 2942 Sayılı Kamulaştırma Kanunu'nda tanımlanmakta ve temelini de bu düzenlemelerden almaktadır.
2942 Sayılı Kamulaştırma Kanunu'nun ( 5.5.2001 günü yürürlüğe giren ) 4650 Sayılı Kanun ile değişik 8. maddesinde; idarelerin, bu kanuna göre, tapuda kayıtlı olan taşınmaz mallar hakkında yapacağı kamulaştırmalarda satın alma usulünü öncelikle uygulamalarının esas olduğu, anlaşma olmaması veya ferağ verilmemesi halinde bu Kanunun 10. maddesine göre işlem yapılacağı, ifade edilmektedir.
Anılan madde ile atıf yapılan Aynı Kanunun "Kamulaştırma bedelinin mahkemece tespiti ve taşınmaz malın idare adına tescili" başlıklı 10. maddesinde de;
"... Tarafların anlaştığı veya tarafların anlaşamaması halinde hakim tarafından kamulaştırma bedeli olarak tespit edilen miktarın, peşin ve nakit olarak veya kamulaştırma bu Kanunun 3 üncü maddesinin ikinci fıkrasına göre yapılmış ise, ilk taksitin yine peşin ve nakit olarak hak sahibi adına, hak sahibi tespit edilememiş ise ileride ortaya çıkacak hak sahibine verilmek üzere 10 uncu maddeye göre mahkemece yapılacak davetiye ve ilanda belirtilen bankaya yatırılması ve yatırıldığına dair makbuzun ibraz edilmesi için idareye onbeş gün süre verilir. Gereken hallerde bu süre bir defaya mahsus olmak üzere mahkemece uzatılabilir. İdarece, kamulaştırma bedelinin hak sahibi adına yatırıldığına veya hak sahibinin tespit edilemediği durumlarda, ileride ortaya çıkacak hak sahibine verilmek üzere bloke edildiğine dair makbuzun ibrazı halinde mahkemece, taşınmaz malın idare adına tesciline ve kamulaştırma bedelinin hak sahibine ödenmesine karar verilir ve bu karar, tapu dairesine ve paranın yatırıldığı bankaya bildirilir. Tescil hükmü kesin olup tarafların bedele ilişkin temyiz hakları saklıdır.
Bu maddede öngörülen işlemler, mahkemenin davetine uymayanlar olduğu takdirde ilgilinin yokluğunda yapılır.
Hak sahibinin tespit edilemediği durumlarda mahkemece, kamulaştırma bedelinin üçer aylık vadeli hesaba dönüştürülerek nemalandırılması amacıyla gerekli tedbirler alınır.
Kamulaştırılması yapılan taşınmaz mal, tahsis edildiği kamu hizmeti itibariyle sicile kaydı gerekmeyen bir niteliğe dönüşmüş ise, istek halinde mahkemece sicil kaydının terkinine karar verilir.
Bu tescil ve terkin işlemi sırasında mal sahiplerinin bu taşınmaz mal nedeniyle vergi ilişkisi aranmaz. Ancak, tapu dairesi durumu ilgili vergi dairesine bildirir.
14 üncü maddede belirtilen süre içinde, kamulaştırma işlemine karşı hak sahipleri tarafından idari yargıda iptal davası açılması ve idari yargı mahkemelerince de yürütmenin durdurulması kararı verilmesi halinde mahkemece, idari yargıda açılan dava bekletici mesel e kabul edilerek bunun sonucuna göre işlem yapılır.
Kamulaştırma işlemine karşı idari yargıda iptal veya maddi hatalara karşı adli mahkemelerde açılacak düzeltim davalarında hangi idareye husumet yöneltileceğinin davetiye ve ilanda açıkça belirtilmemiş veya yanlış gösterilmiş olması nedeniyle davada husumet yanlış yöneltilmiş ise, gerçek hasma tebligat yapılmak suretiyle davaya devam olunur."
Hükmüne yer verilmiştir.
Kanunun bu açık düzenlemesinden de anlaşılacağı gibi, idarece hak sahibi adına para yatırılmadan tescile karar verilmesi olanaklı değildir. Kamulaştırmanın peşin para ile yapılması asıl olduğundan ödemede de bir gecikme söz konusu olamaz.
Ancak, 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu'nun 3. maddesinde;
"Bakanlar Kurulunca kabul olunan büyük enerji ve sulama projeleri ile iskan projelerinin gerçekleştirilmesi, yeni ormanların yetiştirilmesi, kıyıların korunması ve turizm amacıyla yapılacak kamulaştırmalarda bir gerçek veya özel hukuk tüzel kişisine ödenecek kamulaştırma bedelinin o yıl Genel Bütçe Kanununda gösterilen miktarı, nakden ve peşin olarak ödenir. Bu miktar, kamulaştırma bedelinin altıda birinden -az olamaz. Bu miktarın üstünde olan kamulaştırma bedelleri, peşin ödeme miktarından az olmamak ve en fazla beş yıl içinde faiziyle birlikte ödenmek üzere eşit taksitlere bağlanır. Taksitlere,peşin ödeme gününü takip eden günden itibaren devlet borçlan için öngörülen en yüksek faiz haddi uygulanır".
4650 sayılı Kanunun 1. maddesi ile de 3. maddeye eklenen fıkrada da: "İdarelerce yeterli ödenek temin edilmeden kamulaştırma işlemlerine başlanılamaz" denilmektedir.
Bu düzenlemeye paralel olarak, 3.10.2001 tarih ve 4709 Sayılı Kanunun 18. maddesiyle T.C. Anayasasının 46. maddesinde de değişiklik yapılmıştır. T.C. Anayasası'nın, "Kamulaştırma" başlıklı 46. maddesinde;
"Devlet ve kamu tüzel kişileri; kamu yararının gerektirdiği hallerde, gerçek karşılıklarını peşin ödemek şartıyla, özel mülkiyette bulunan taşınmaz malların tamamını veya bir kısmını, kanunla gösterilen esas ve usullere göre, kamulaştırmaya ve bunlar üzerinde idari irtifaklar kurmaya yetkilidir.
Kamulaştırma bedeli ile kesin hükme bağlanan artırım bedeli nakden ve peşin olarak ödenir.
Ancak, tarım reformunun uygulanması, büyük enerji ve sulama projeleri ile iskan projelerinin gerçekleştirilmesi, yeni ormanların yetiştirilmesi, kıyıların korunması ve turizm amacıyla kamulaştırılan toprakların bedellerinin ödenme şekli kanunla gösterilir. Kanunun taksitle ödemeyi öngörebileceği bu hallerde, taksitlendirme süresi beş yılı aşamaz; bu takdirde taksitler eşit olarak ödenir.
Kamulaştırılan topraktan, o toprağı doğrudan doğruya işleten küçük çiftçiye ait olanlarının bedeli, her halde peşin ödenir.
İkinci fıkrada öngörülen taksitlendirmelerde ve herhangi bir sebeple ödenmemiş kamulaştırma bedellerinde kamu alacakları için öngörülen en yüksek faiz uygulanır."
Hükmü yer almaktadır.
Açıklanan bu düzenlemeler ile kamulaştırma işlemi tanımlanmış, özellikleri ortaya konulmuş; kamulaştırma bedeli ve kesin hükme bağlanan artırım bedelinin peşin ve nakden ödenmesi kuralı ve bu kuralın istisnaları açıklanmış; taksitlendirme halinde ve herhangi bir nedenle ödenmemiş olan kamulaştırma bedellerinde kamu alacakları için öngörülen en yüksek faizin uygulanacağı, kabul edilmiştir.
Şu halde, Anayasal ve yasal tanımıyla Kamulaştırma :
"İdarenin, kamu yararı düşüncesiyle ve kamu gücüne dayanarak, karşılık parasını -Kanunun takside olanak tanıdığı haller ayrık olmak üzere- peşin vermek şartıyla, bir taşınmaz malı mal sahibinin rıza ve muvafakatine bakılmaksızın edinmesidir."
Şeklinde ifade edilebilir.
Görülmektedir ki, kamulaştırma işlemi, her şeyden önce temelini Anayasa ve Özel Kanunu'ndan alan yasal bir işlemdir ve bu niteliği itibariyle kamulaştırmasız el atma eyleminden temelde ayrılmaktadır.
Bu nedenle de, gerek Kamulaştırma Kanununun 3. maddesinde ve gerekse Anayasa'nın 46. maddesinin son fıkrasında düzenlemeye konu edilen ve kamu alacakları için öngörülen en yüksek faizin uygulanacağı ifade olunan bedel; Kanun gereği taksitlendirmeye konu olan ve herhangi bir nedenle ödenmemiş olan ihtilafsız kamulaştırma bedeli ile kesin hükme bağlanan artırım bedelidir.
Eş söyleyişle, hukuken geçerli bir kamulaştırma işlemi varsa ve kamulaştırma bedeli de davaya konu edilsin edilmesin sonuçta kesinleşmişse, ancak bu durumda, Anayasa'nın 46. maddesinin son fıkrasında açıklanan faizin uygulanma olanağından söz edilebilecektir.
"Kamulaştırmasız el atma" eylemine gelince;
Kamulaştırmasız el atma hukuksal nitelikçe bir haksız eylemdir. Haksız eylemden doğan borçlar tazmini nitelikte olup, bunlara yasal faizin uygulanması esastır.
Kamulaştırmasız el atmalarda, kişi yani el konulan taşınmazın sahibi dilerse el atmanın önlenmesini, dilerse el konulan taşınmazın mülkiyetini idareye bırakması karşılığı bedelinin tazminini istemek hakkına sahiptir.
Bedel istenmesi durumunda; bu bedelin belirlenmesinde, kanunda açık bir atıf bulunmamasına karşın yerleşen yargısal uygulama gereği, hesap tarzı bakımından Kamulaştırma Kanunu'nun değer biçme yöntemine ilişkin hükümlerinin kıyasen uygulanıyor olması, temelini Kamulaştırma Kanunundan değil haksız eylemden alan bu tür tazminat alacaklarının hukuki niteliğini değiştirmeyeceği gibi, belirlenecek bedelin kamulaştırma bedeli olarak nitelendirilmesi sonucunu da doğuramaz.
Zira, kamulaştırmasız el atma eylemi ile kamulaştırma yapma yetkisine sahip idarelerin yasaya uygun şekilde gerçekleştirdikleri kamulaştırma işlemleri hukuki mahiyetleri itibariyle birbirlerinden açıkça farklıdırlar.
Nitekim, konuya ilişkin 16.05.1956 tarih ve 1956/1-6 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararında da kamulaştırmasız el atma, bir nev'i haksız eylem olarak nitelendirilmiş ve Kamu tüzel kişiliği tarafından istimlak edilmeksizin taşınmaz malı yola çevrilen ( kalbedilen ) kimsenin el atmanın önlenmesi davasını açmaya hakkı olduğu; ancak, dilerse mülkiyetin devri karşılığı taşınmaz malın dava tarihindeki bedelini o kamu tüzel kişiliğinden dava edebileceği, kabul edilmiştir.
Sonuç itibariyle; tazminat niteliğinde olan kamulaştırmasız el atmaya dayalı dava sonucu hükmedilen meblağlar, Anayasa'nın. 46/son maddesi kapsamı dışında kalmaktadır ve bu meblağlara kamu alacaklarına uygulanan en yüksek faiz oranının uygulanması olanaklı değildir. 3095 Sayılı Kanun ( Bütçe Kanununda yer alan yıllar ve oranlar da gözetilerek ) hükümlerinin uygulanması gerekir.
Mahkemece, İcra Müdürlüğünce uygulanan faiz oranlarının 3095 Sayılı Kanuna ( Bütçe Kanununda yer alan yıllar ve oranlarda gözetilerek ) uygun olup olmadığı denetlendikten sonra oluşacak sonuca göre bir karar verilmesi gerekir (Hukuk Genel Kurulu, 13.7.2005, 466/458).
KAMULAŞTIRMADA FAİZ
Kamulaştırma bedelinin arttırılmasına ilişkin ilamın kesinleşme tarihine kadar 3095 sayılı Yasaya göre faiz oranlarının istenebileceği. İlamın kesinleşmesinden sonra ise Anayasanın 46. maddesindeki değişikliğe göre, kamu alacaklarına uygulanan en yüksek faiz oranı üzerinde istenebileceği benimsenmiş bulunduğundan, anlaşmazlığın çözümü bu kurallara göre sonuçlandırılmalıdır (12. HD.4.7.2005, 12943/14447).
KAMULAŞTIRMASIZ ELATMA
MÜDAHALENİN ÖNLENMESİ
ECRİMİSİL
Dava. Kamulaştırmasız elatılan taşınmazdan vaki elatmanın önlenmesi, tazminat ve ecrimisil istemine ilişkindir.
16.4.1956 gün ve 1/6 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı uyarınca, taşınmazına kamulaştırmasız elatılan malikin, taşınmazın bedelini isteme hakkı olduğu gibi, elatmanın önlenmesini isteme hakkı da vardır. Davacı bu seçimlik hakkında elatmanın önlenmesini tercih ettiğine göre ve taşınmaz başında yapılan keşifle dava konusu taşınmaza enerji nakil hattı geçirilmek suretiyle müdahale edildiği belirlendiği halde. Davanın kabulü gerekirken reddine karar verilmesi.
Ecrimisil istemi yönünden tarafların delilleri sorulup. Gerekli araştırma yapılıp sonucuna göre karar verilmesi gerektiği gözetilmeden davanın reddedilmesi,
Ağaçlara verilen zarar konusunda hükmedilen bedele dava tarihinden itibaren faiz yürütülmesi gerekirken, elkoyma tarihinden faize hükmedilmesi. Doğru görülmemiştir (5. HD. 15.12.2005, 13850/13769).
KAMULAŞTIRMANIN TEKEMMÜLÜ
BEDELDE ANLAŞMA
BEDELİN BANKAYA BLOKE EDLMESİ
2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu’nun 10. maddesine göre, kamulaştıran idare ile mal sahibinin bedelde anlaşmaları ve bedelin malsahibi adına bloke edilmesi, kamulaştırmanın tekemmül ettiğini göstermez. Davalı taraf, binanın davacı idareye ait olduğunun. Zeminin tapu kaydının beyanlar hanesinde şerh verilmesine muvafakat etmediğinden kamulaştırma gerçekleşmemiştir. Bu durumda davacı idarenin 4650 sayılı Kanun!un 10. maddesine göre bedel tespiti ve şerhin tescili davası açabileceği düşünülerek, davanın reddine karar verilmesi gerekirken kabul kararı verilmesi doğru görülmemiştir (5. HD. 22.12.2005).
KAMULAŞTIRMASIZ ELATMA
EMSAL KARŞILAŞTIRMASI
DEĞER BİÇME
Kamulaştırmasız elatmaya dayanan bedel davalarında da Kamulaştırma Kanunu’nun değer biçmeye ilişkin hükümleri kıyasen uygulanır.
Arsa niteliğindeki taşınmaza, emsal karşılaştırılması yapılarak değer biçilmesi gerekir. Dava konusu taşınmaz ile emsalin zaruret olmadıkça, yakın bölgelerde ve benzer yüzölçümlü olması ve değerlendirme tarihine yakın satışların emsal alınması gerekir.
Bedelin yasal faiziyle tahsiline karar vermek gerekirken, kamu alacaklarına uygulanan en yüksek anayasal faiz oranına karar verilmesi yanlıştır.
Dava konusu taşınmaza yol olarak el atılmış olduğundan, elatılan bölümün 4721 sayılı TMK. md. 999 gereğince tapudan yol olarak terkini yerine, idare adına yol olarak terkin kararı verilmiş olması doğru görülmemiştir (5. HD.19.12.2005, 14132/13919).
KAMULAŞTIRMASIZ ELATMA
Dava kamulaştırmasız elatılarak atık su boru kolektörü geçirilen taşınmazın irtifak hakkı karşılığının tahsili istemine ilişkin olmakla;
-Taşınmazın niteliği, yüzölçümü, geometrik durumu, atık su kolektörünün güzergâhı dikkate alınarak taşınmazın tamamında meydana gelecek değer düşüklüğünün % 4’ü geçmeyeceği gözetilmeden yüksek oranda irtifak hakkı bedeli tespiti,
-Bedel tespitinde emsal alınan taşınmazın alıcı satıcı,satış tarihi, satış bedeli ve yüzölçümünü gösterir biçimde tapu kayıtları getirilmeden hüküm verilmesi,
-Emsal taşınmazın imar planına dahil, olduğu gibi bırakılan kadastro parseli mi, yoksa fiili imar uygulaması sonucu oluşan imar parseli mi olduğu ilgili mercilerden sorularak alınacak cevaplara göre taşınmaza biçilen değerden % 35 düzenleme ortaklık payının indirilip indirilemeyeceği araştırılmadan hüküm kurulması,
-Davalı idarenin, krokide A harfi ile gösterilen yere elatmadıkları savunması hakkında inceleme yapılmadan hüküm verilmesi,
-Hükmedilen bedelin tamamı için dava tarihinden itibaren faize hükmedilmemesi nedeniyle hükmün bozulması gerekmiştir (5. HD.10.11.2003,1189/4919).
Hits: 17134