YARGITAY KARARI: CEZA YARGILAMASINDA TUTUKSUZ YARGILAMA ASILDIR
~ 24.07.2010 ~
ÖZET :Ceza yargılamasının tutuksuz yapılması asıldır. Koruma tedbiri anlamında tutuklama ise, istisnai bir nitelik taşımaktadır. İstisnanın, kural haline dönüştürülmesi; masumiyet karinesi ve adil yargılanma hakkının ihlali sonucunu doğurmaktadır.
Tespit edilen tüm bu olgular ve açıklamalar ışığında; dava konusu tutukluğunun devamına ilişkin karar ile davacının yaşam hakkının tehlikeye düşürüldüğü; koruma tedbiri ile öngörülen amaç dışında sonuçlar meydana geldiği; eşitlik ilkesine aykırı davranıldığı ve yeterli gerekçe de gösterilmediği, masumiyet karinesinin göz ardı edildiği; bu durumun, yoruma ihtiyaç göstermeyecek derecede açık ve kesin olan kanun hükmüne aykırı olduğu ve ağır kusur oluşturduğu; HUMK’nun 573/2. maddesi uyarınca da, davalıların sorumluluklarını gerektirdiği kanaatine varılmıştır.
DAVA VE KARAR :
Davacı tarafından dairemize ilk derece mahkemesi sıfatıyla açılan manevi tazminat davasının yapılan açık yargılaması sonucunda:
Dava dilekçesinde, davacının 13/4/2009 tarihinde gözaltına alındığı ve 17/4/2009 gününde de tutuklandığı; aynı gün kalp spazmı geçirdiği ve hayati tehlikesinin varlığının doktor raporları ile belirlendiği; tutuklama kararına karşı tahliye isteminde bulunulduğu ve Ağır Ceza Mahkemesi nöbetçi hakimliği tarafından istemin reddedildiği; bu karara karşı itiraz yoluna başvurulduğu ve İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi’nin 01/06/2009 gün ve 2009/675 D.İş-2009/827 Soruşturma sayılı kararı ile tutukluluğa itirazın da reddedildiği; karara, mahkeme başkanının muhalif kaldığı ve tahliye yönünde görüş bildirdiği; davacının, dünya çapında tanınmış bir bilim adamı olduğu; kaçma veya delilleri karartma şüphesinin bulunmadığı; sağlık sorunlarının ciddi düzeyde olduğunun resmi raporlar ile belirlendiği; benzer konumda bulunan bazı sanıkların ise sağlık gerekçeleriyle tahliye istemlerinin kabul edildiği; tutuklama koşullarının bulunmamasına rağmen itirazın reddedilmesinin yasanın açık ve kesin hükmüne aykırılık oluşturduğu ve davalı hakimlerin HUMK’nun 573. maddesinin 2. bendi uyarınca sorumluluklarını gerektirdiği ileri sürülmüş ve ayrı ayrı 20.000-TL manevi tazminata karar verilmesi talep olunmuştur.
SAVUNMA: Davalılar, dava dilekçesinin usulüne uygun olarak tebliğine karşın cevap vermemişler ve davayı inkar etmiş sayılmışlardır.
GEREKÇE: Dava, hakimin hukuki sorumluluğuna dayalı manevi tazminat istemlerine ilişkindir.
Görev sorunu, öncelikle irdelenmelidir.
Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 129/5. maddesi gereğince; memurlar ve diğer kamu görevlilerinin yetkilerini kullanırken işledikleri kusurlardan doğan tazminat davaları, kendilerine rücu edilmek kaydıyla ve kanunun gösterdiği şekil ve şartlara uygun olarak, ancak idare aleyhine açılabilir. Yine, Anayasa’nın 40/3. maddesi uyarınca; kişinin, resmi görevliler
tarafından vaki haksız işlemler sonucu uğradığı zarar da, kanuna göre, Devletçe tazmin edilir. Devletin sorumlu olan ilgili görevliye rücu hakkı saklıdır.
Bu hükümler ile; kamu görevinin yerine getirilmesi sırasında doğan zararlardan, Devlet’in hizmet kusuru nedeniyle asli ve birinci derecede sorumlu bulunduğu belirtilmiş olup; tazminat davasının da, ancak Devlet aleyhine açılabileceği düzenleme altına alınmıştır. Ancak, kamu hizmeti kavramı ile hiçbir şekilde bağdaştırılamayacak, görev gereklerinden ve sınırlarından ilk bakışta ayrılabilen ve nesnel kurallarla belirlenmiş kamusal çerçevenin dışına çıkan eylem ve işlemler; bu kapsamda değerlendirilemez ve kamu görevlisi yönünden kişisel kusur oluşturur. Bu durumda tazminat istemi, ilgili kamu görevlisine yöneltilebilir.
Anayasa’nın 138. maddesinde ise; hakimlerin görevlerinde bağımsız oldukları belirtilmiş; hiç bir organ, makam, merci veya kişinin, yargı yetkisinin kullanılmasında mahkemelere ve hakimlere emir ve talimat veremeyeceği; tavsiye veya telkinde bulunamayacağı düzenlenmiştir. Bunun nedeni, yargı yetkisinin bağımsızlık ve tarafsızlık ilkeleri çerçevesinde yerine getirilmesinin sağlanabilmesidir. Bunun bir sonucu olarak, Anayasa’nın 129/5. ve 40/3. maddelerindeki Devlet’in sorumluluğu; yargısal faaliyetler bakımından söz konusu değildir. Ancak, hakimlerin görevlerinde bağımsız olmaları; hukuka aykırı eylemlerinden dolayı sorumlu tutulamayacakları anlamına gelmez. Bu nedenle, HUMK’nun 573 ve devamı maddelerinde hakimlerin hukuki sorumluluğu düzenlenmiştir.
Diğer yandan, HUMK’daki hükümlerin ceza hakimlerini de kapsayıp kapsamadığı ve haklarındaki hukuki sorumluluk davalarına Dairemizde mi, yoksa Yargıtay’ın ilgili ceza dairesinde mi bakılacağı konusunda oluşan içtihat aykırılığı; 25/3/1931 tarih ve 19/25 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı ile çözüme kavuşturulmuştur. İçtihadı Birleştirme Kararları kanun hükmünde olup, kaldırılmadığı sürece yürürlüktedir. Buna göre, hakimlerin hukuki sorumluluğuna ilişkin olarak HUMK’da yer alan hükümlerin ceza hakimlerini de kapsadığı ve il asliye ile ağır ceza hakimlerine yönelik tazminat davalarına bakma görevinin de, Yargıtay 4. Hukuk Dairesi’ne ait bulunduğu karara bağlanmıştır.
CMK’nun 141 ila 144. maddelerinde, “Koruma Tedbirleri Nedeniyle Tazminat” başlığı altında; suç soruşturması veya kovuşturması nedeniyle maddi ve manevi her türlü zararın Devlet’ten talep edilebileceği belirtilmiş ve Ağır Ceza Mahkemesi görevli kılınmıştır.
Suç soruşturması veya kovuşturması sırasında uğranılan zarara neden olan işlemlerin bir bölümünün, yargısal faaaliyetlere ilişkin olduğu açıktır. Şu durumda, koruma tedbiri niteliğindeki yargısal işlemler nedeniyle Devlet’in sorumluluğu benimsenmiş bulunmaktadır. CMK’da yapılan bu düzenlemenin, HUMK’nun 573 ve devamı maddeleri hükümlerini ortadan kaldırıp kaldırmadığı değerlendirilmelidir.
CMK’da, maddi ve manevi her türlü zararın Devlet’ten istenilebileceği belirtilmiş olup; davanın açılabilmesi ise, karar veya hükmün kesinleşmesi koşuluna bağlanmıştır. Bu düzenleme ile, koruma tedbirleri bakımından Devlet’in asli ve birincil nitelikte sorumluluğu kabul edilmiştir, Diğer yandan, Devlet’in sorumluluğu için; koruma tedbirlerine ilişkin kurallara aykırı davranılmış olması gerekli ve yeterlidir.
Yargı faaliyetinin Devlet’in asli görevleri arasında bulunması ve hakimlerin bağımsızlığı ilkesi uyarınca yerine getirilmesi; ancak, yargısal yetkilerin kullanılması sırasında; genelde, tarafsızlık ilkesinin ihlali görünümünde olan ve HUMK’nun 573. maddesinde sayılı ve sınırlı olarak gösterilen durumların varlığı, hakimin hukuki sorumluluğuna ilişkin düzenlemelerin nedenini oluşturmaktadır. Sorumluluk davası için, asıl davanın sonuçlanması gerekmediği gibi; ara kararları da dava konusu yapılabilir.
Yukarıdaki açıklamalar ışığında, her iki düzenlemenin konuluş nedenleri ve amaçlarının; dava sebebi anlamında dayanak yapılan olgularının; taraflarının ve yargılama usullerinin farklı olduğu anlaşılmaktadır. Bu nedenlerle, CMK’nun 141 ila 144. maddelerindeki düzenlemelerin; HUMK’nun 573 ve devamı maddeleri ile yukarıda anılan İçtihadı Birleştirme Kararı’nı ortadan kaldırmamış olduğu ve Dairemizin görevli bulunduğu kabul edilerek uyuşmazlığın esasının çözümlenmesi gerekmiştir.
İrdelenmesi gereken diğer bir husus ise, dava konusu tedbir kararı ile ilgili olarak halen derdest olan ceza davası yargılaması sonucunun beklenilmesi gerekip gerekmediğine ilişkindir. Yukarıda da vurgulandığı üzere; ara kararları da, HUMK’nun 573 ve devamı maddeleri uyarınca dava konusu yapılabilir. Özellikle, yasaya aykırı haciz veya tutuklama yahut tutukluluğun devamına ilişkin ara kararları bakımından; asıl davanın görülmekte bulunması, hukuki sorumluluk savının ileri sürülebilmesine engel teşkil etmemektedir. Yine, sorumluluk davasına dayanak yapılan olgular ile asıl davada yargılama konusu yapılan olgular farklı olduğundan; kesin hüküm ilkesinin, zedelenmesi veya ortadan kaldırılması da söz konusu değildir. Hukuki sorumluluğa ilişkin düzenlemelerden ortaya çıkan bu sonucun, Anayasa’da düzenlenen “Hak Arama Hürriyeti” ile de ilgisi bulunmaktadır. Anayasa’nın 36. maddesine göre: “Herkes, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir.” Davacı, Anayasal nitelikteki hak arama hürriyetine dayalı olarak bu davayı açmıştır. Yukarıda değinildiği üzere; asıl dava yargılamasının sürmesi, eldeki uyuşmazlığın çözümlenmesine engel oluşturmadığı gibi; aksinin kabulü, hak arama hürriyeti ve adil yargılanma hakkının ihlaline de neden olabilecektir. Yine, dava konusu edilen koruma tedbirinin verildiği tarih itibariyle ileri sürülen zarar doğmuş olup; zamanaşımı süresi de bu tarihten itibaren işlemeye başlayacaktır. Şu durumda, asıl dava yargılamasının sonucunun beklenilmesi; çoğu halde, tazminat isteminin zamanaşımına uğraması sonucunu da doğurabilecektir. CMK’nun 141 ve devamı maddelerinde düzenlenen asıl ceza davasının kesinleşmesinden itibaren üç ay ve herhalde karar veya hükümlerin kesinleşme tarihini izleyen bir yıl içinde açılabileceği belirtilen dava ise, Devlet aleyhine açılacak olan davadır. Her iki davanın tarafları ve koşulları farklı bulunduğundan, derdest olan ceza yargılaması bu davanın görülmesine engel değildir.
Anayasa’nın 2. maddesinde düzenlendiği gibi Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir.
Anayasa’nın 6. maddesine göre, Egemenlik kayıtsız ve şartsız Milletindir
Türk Milleti egemenliğini, Anayasa’nın koyduğu esaslara göre yetkili organları eliyle kullanır.
Yine Anayasa’nın 9. maddesine göre Yargı yetkisi, Türk Milleti adına bağımsız mahkemelerce kullanılır.
Mahkemeler, kaynağını Anayasa’dan alan bu yetkiye dayanarak yargılama yaparlar ve sonuçta bir karar verirler.Diğer bir anlatımla, “Hüküm” kurarlar.
Mahkemelerin, kaynağını Anayasa’dan alan yargılama yetkisine dayanarak verdikleri kararlar, diğer mahkemeler yönünden “emir ve talimat” olarak nitelendirilemez. Anayasa’nın 138. maddesinde “Mahkemelerin Bağımsızlığı” ilkesi düzenlenmiş ve “Hiç bir organ, makam, merci ve kişi, yargı yetkisinin kullanılmasında mahkemelere ve hakimlere emir ve talimat veremez; genelge gönderemez; tavsiye ve telkinde bulunamaz. Görülmekte olan bir dava hakkında Yasama Meclisinde yargı yetkisinin kullanılması ile ilgili soru sorulamaz; görüşme yapılamaz ve herhangi bir beyanda bulunulamaz” denilmiştir. Görüldüğü gibi Anayasa’nın amacı; yargıyı, özellikle yürütme ve yasamanın müdahalelerinden emir, telkin ve talimatlarından korumaktır. Mahkeme kararları Anayasa’da yasaklanan “emir ve talimat” kapsamında düşünülemeyeceğinden;bu davada Dairemizce verilen karar, ceza davası yönünden mahkemelerin bağımsızlığı ve hakimlik teminatı ilkelerine aykırılık oluşturmaz.
Dava ile ilgili olarak, tutukluluğa itirazın reddine ilişkin İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi’nin 01/06/2009 gün ve 2009/675 D.İş-2009/827 Soruşturma sayılı kararı; İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından düzenlenen 2009/751-565 sayılı iddianamenin davacı ile ilgili bölümleri ve davacı hakkında düzenlenen sağlık kurulu raporları dosyaya sunulmuştur.
Dosyadaki belge ve bilgilere göre; davacının, ceza soruşturması sırasında 13/4/2009 tarihinde gözaltına alındığı ve 17/4/2009 tarihinde tutuklanmasına karar verildiği; hakkındaki iddianamenin ise 17/7/2009 tarihinde düzenlendiği ve mahkemece 5/8/2009 tarihinde kabul edildiği; İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi’nin 2009/191 esasına kaydedilen kamu davasının 5/4/2010 ve 6/4/2010 günlü oturumlarında, davacının sanık sıfatı ile savunmasının alındığı; davacının, tutuklandığı tarihten itibaren İstanbul Üniversitesi Kardiyoloji Enstitüsü’nde bulundurulduğu ve tutukluluk halinin devam ettiği anlaşılmaktadır.
Dava konusu edilen, İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi’nin 01/06/2009 gün ve 2009/675 D.İş- 2009/827 soruşturma sayılı kararında: “…Şüphelinin üzerine atılı suçun vasıf ve mahiyetine, aleyhine mevcut delil durumuna, CMK’nun 100/3. maddesinde sayılan suçlardan bulunmasına, şüpheli müdafiilerinin ekli raporlarının içeriklerine göre, mahkememiz nöbetçi hakimliğince verilen kararda bir isabetsizlik bulunmadığı…” gerekçeleriyle, tutuklamaya itiraz istemi reddedilmiştir.
Aynı kararda yer alan muhalefet şerhinde ise: “Şüpheli Mehmet Haberal mahkememiz nöbetçi hakimliğince sorgusu yapılmış ve tutuklanmıştır. Şüphelinin müdafiileri karara itiraz etmişler ve şahsımın başkanlığındaki heyet tarafından evrakların mevcut durumuna göre reddedilmiştir. Geçen süreç içinde deliller toplanmış ve bu arada şüpheli ağır sağlık sorunları ile tedavi altına alınmıştır. Dosyaya da şüpheli lehine yeni deliller ve sağlık kurulu raporları girmiştir. Aynı suçla ilgili olarak aynı nitelikte suçlanan, haklarında dava açılan ya da henüz açılmayan kişilerin de benzer sağlık nedenleriyle tutuklama kararları kaldırılmıştır. Şüpheli 1944 doğumlu, sabit ikametgah sahibi, bilindiği gibi dünyaca tanınmış bir bilim adamı olduğundan kaçma ve delilleri karartma şüphesinin bulunmaması, İstanbul Üniversitesi Kardiyoloji Ana Bilim Dalı ve İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nce alınan sağlık heyeti raporları da gözetilerek halen tedavi altında olduğu sabit olmakla mevcut sağlık halinin ileride telafisi imkansız sonuçlara sebebiyet vermemesi açısından şüpheli Mehmet Haberal’ın tahliyesi gerektiği…”görüşüne yer verilmiştir.
Davacı hakkında, İstanbul Üniversitesi Kardiyoloji Enstitüsü hekimleri tarafından çeşitli tarihlerde düzenlenen raporlarda; 17/4/2009 tarihinde göğüs ağrısı ve çarpıntı yakınmalarıyla kliniğe yatırıldığı; Vazospastik Koroner Arter Hastalığı, Aritmi(Sık ventrikül erken atımları-bigemine,Ron T-supra ventriküler taşikardi atakları) Anksiyete Reaksiyonu ve Depresyon tanılarıyla tedavisinin sürdüğü; hayati bir tehlike riskini azaltmak amacıyla tedavisinin hastane şartlarında devam etmesinin uygun görüldüğünün; hastanın, antideprasan ve anksiyolotik ilaç tedavisine ve psikoterapiye devamının gerektiğinin belirtildiği; aynı yönde olmak üzere, İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi’nin 2009/191 esasında kayıtlı kamu davasının yargılaması sırasında alınan 29/3/2010 tarihli ara kararında da; ağır sağlık sorunları nedeniyle hayati risk altında bulunduğu ve tüm tedavilere rağmen sağlık durumunun gün geçtikçe bozulduğu ve rahatsızlığının ani ölüm riski taşıdığının raporlarla anlaşıldığı gerekçesiyle, savunmasının İstanbul Üniversitesi Kardiyoloji Enstitüsü’nde avukatları ve sağlık ekibi huzurunda birer saatlik fasılalarla alınmasının kararlaştırıldığı ve mahkemenin 5/4/2010 ile 6/4/2010 günlü oturumlarında, video konferans yoluyla sorgusunun yapıldığı anlaşılmaktadır.
CMK’nun Dördüncü Kısmı’nda: “Koruma Tedbirleri” düzenlenmiş olup; Yasa’nın 100. ve devamı maddelerinde ise, tutuklamaya ilişkin hükümlere yer verilmiştir. Buna göre, tutuklama kararı için; kuvvetli suç şüphesinin varlığını gösteren olgular ve bir tutuklama nedeninin bulunması gerekir. Tutuklama nedeni olarak ise; şüpheli veya sanığın kaçması, saklanması veya kaçacağı şüphesini uyandıran somut olguların varlığı; şüpheli veya sanığın,
delilleri yok etmesi, gizlemesi veya değiştirmesi yahut tanık, mağdur veya başkaları üzerinde baskı oluşturması girişiminde bulunması biçiminde düzenlenmiştir.
CMK’nun 100. maddesinin 3. bendinde, “katolog suçlar” olarak nitelendirilen ve sayma yolu ile gösterilen suçlar bakımından ise, tutuklama nedeninin var sayılabileceği belirtilmiştir. Bu durumda dahi, tutuklama kararı verilebilmesi hakimin takdirinde olup;
tutuklama mecburiyetinden söz edilemez. Yasa’da, “var sayılabilir” denilmek suretiyle tutuklamanın ihtiyariliği ilkesi ifade edilmiş bulunmaktadır.
Diğer yandan; tutuklamaya, tutuklamanın devamına veya tahliye isteminin reddine ilişkin kararlarda, hukuki veya fiili nedenler ile gerekçelerinin gösterilmesi gerekir.
Tutuklamaya ilişkin hükümler, ayrıntılı olarak Ceza Muhakemesi Kanunu’nda düzenmiştir. Ayrıca, bir üst norm olan Türkiye Cumhuriyeti Anayasa’nın 90/4. maddesi ile de; usulüne uygun olarak yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklerin düzenlendiği milletlerarası andlaşmaların kanun hükmünde olduğu ve uyuşmazlıklarda gözetilmesi gerektiği kuralına yer verilmiştir.
Anayasa’nın 17. maddesinde “Yaşama Hakkı”, 19. maddesinde “Kişi Hürriyeti ve Güvenliği” ile ilgili temel kurallar belirtilmiş; Anayasa’nın 38. maddesinde ise “Masumiyet Karinesi” yer almıştır. Anılan karine, adil yargılanma hakkının unsurlarından birisidir. İnsan haklarına dayalı, demokratik bir rejimle yönetilen tüm ülkelerin hukuk sistemlerinde, pozitif hukuk ve uygulamalarında masumiyet karinesi uyulması gereken temel bir hak şeklinde ortaya çıkmış ve evrensel bir ilke olarak benimsenmiştir.
Aynı konuya ilişkin ilkeler, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 2., 5. ve 6. maddelerinde de düzenlenmiş olup; Anayasa’nın 90/4. maddesi uyarınca iç hukuk kuralı niteliğinde bulunmaktadır. Bu nedenle, uygulamada göz önünde tutulmalı ve her somut olayda değerlendirilmelidir. Burada önemle belirtilmesi gereken bir husus, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 5. maddesinde; CMK’nun 100. maddesinin 3. bendinde yer aldığı biçimde bir düzenlemenin olmaması ve salt suçun niteliği itibariyle (Katalog Suç) kaçma veya delilleri karartma şüphesinin varlığının, kabul edilmemiş bulunmasıdır. Dava konusu kararda, suç niteliğinin kaçma veya delilleri karartma şüphesinin gerekçesi yapılması, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne uygun düşmemiştir.
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin, “Özgürlük ve Güvenlik Hakkı”na ilişkin 5. maddesi ve “Adil Yargılanma Hakkı”na ilişkin 6. maddesi ile ilgili olarak, AİHM kararlarında; asıl olanın, ceza yargılamasının tutuksuz yapılması olduğu; salt suçun niteliğinin, tutuklama veya tutukluğun devamı için yeterli sayılamayacağı ve masumiyet karinesinin göz önünde bulundurulması gerektiği; her olayda, tutuklama ve devamına ilişkin somut olguların gösterilmesi gerektiği ve kalıplaşmış ifadelerin yeterli sayılamayacağı; tutuklama dışında, başkaca koruma tedbiri imkanının olup olmadığının tartışılması gerektiği, belirtilmektedir. Mahkemenin, örnek niteliğindeki bazı kararlarında aşağıdaki değerlendirmelerde bulunulmuştur:
“…Tutuklu kişinin suç işlediğine dair haklı şüphenin mevcudiyetinin devam etmesi, tutukluluğun devamının geçerliliği için bir sine qua non durumudur, ancak belirli bir süreden sonra bu yeterli olmaz. AİHM, bu durumda, adli yargı makamları tarafından kaydedilen diğer gerekçelerin özgürlükten mahrum bırakmayı haklı çıkarmayı sürdürüp sürdürmediğini tespit etmelidir. Bu gerekçeler “ilgili” ve “yeterli” olduğu durumda, AİHM, yetkili ulusal makamların işlemlerin yürütülmesinde “özel çaba” sergileyip sergilemediğini de tespit etmelidir…Söz konusu davada, göz önüne alınacak süreç Mayıs 2001 tarihinde başlamış ve 28 Aralık 2001 tarihinde sona ermiştir. Sonuç olarak, bu süreç yaklaşık yedi buçuk ay sürmüştür. Dava dosyasındaki belgelerden, İstanbul Devlet Güvenlik Mahkemesi’nin, başvuranın tutuklu yargılanmasının devamına, “suçun niteliğine, delillerin durumuna ve
tutuklama tarihine ilişkin olarak” gibi benzer basmakalıp ifadeler kullanarak hüküm verdiği ortaya çıkmaktadır.
Bu bağlamda, AİHM, başvurana yüklenen suçun ciddiyetini ve ilgili cezanın katılığını göz önüne almaktadır. Ancak, AİHM, kaçma tehlikesinin, yalnızca maruz kalınan cezanın katılığı temelinde değerlendirilemeyeceğini…Ancak, ya böyle bir tehlikenin varlığını doğrulayabilecek ya da bu tehlikeyi tutuklu yargılanmayı haklı çıkarmayacak kadar önemsiz gösterebilecek, diğer ilgili ek unsurlar açısından incelenmesi gerektiğini hatırlatır…AİHM,
yerel mahkemenin başvuranın tutuklu yargılanma süresini uzatma kararlarında, bu şekilde bir gerekçelemeden yoksun olduğunu kaydeder.
Son olarak, genelde, “delillerin durumu” ifadesi ciddi suç göstergelerinin varlığı ve sürekliliğine dair önemli bir unsur olsa da, söz konusu davada, başvuranın şikayetçi olduğu tutukluluk süresini tek başına haklı çıkarmaya yetmez…” (22 Eylül 2005; 16779/02 sayılı, KALAY/TÜRKİYE DAVASI).
“…Mahkeme, başvurana yüklenen suçun ciddiyetini ve buna ilişkin cezanın ağırlığını dikkate alır. Ancak bir tutukluluk süresinin makul olup olmadığının teorik olarak değerlendirilemeyeceğini hatırlatır. Sanığın tutuklu kalmasının makul olup olmadığı her davanın özel niteliklerine göre değerlendirilmelidir. Devam eden tutukluluk durumu ancak davada masumiyet karinesine rağmen, kişisel özgürlüğe saygı kuralından daha önemli olarak ortaya çıkan gerçek bir kamu yararı gereğinin belirli göstergelerinin bulunması halinde haklı çıkarılabilir…Bu bağlamda ayrıca mahkeme, AİHS içtihadının kefaletle tahliyenin reddi için kabul edilebilir dört temel gerekçeyi belirlemiş olduğunu hatırlatır: Sanığın duruşmalara katılmama riski, tahliye edildiği takdirde adaletin işleyişini bozmak için girişimde bulunma riski, başka suçlar işleme veya toplum düzenini bozma tehlikesi…” (14 Haziran 2007; 8610/02 sayılı, ÖZDEN BİLGİN/TÜRKİYE DAVASI.)
Davanın, hakimlerin hukuki sorumluluğuna ilişkin bulunması nedeniyle; bu konudaki en önemli uluslararası metin olan ve Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komisyonu’nun 23 Nisan 2003 tarihli oturumunda kabul edilmiş bulunan Bangolar Yargı Etiği İlkeleri’ne de değinilmesi gerekir. (Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun 27/6/2006 gün ve 315 sayılı kararı ile, Bangolar Yargı Etiği İlkeleri’nin benimsenmesine karar verilmiş ve Adalet Bakanlığı Personel Genel Müdürlüğü’nce tüm hakim ve savcılara duyurulmuştur.) Bu belgede, altı temel değerden bahsedilmiş ve bu değerlere ilişkin ilkeler tanımlanmıştır. Adı geçen belgede korunan değerler; bağımsızlık, tarafsızlık, doğruluk ve tutarlılık, dürüstlük, eşitlik, ehliyet ve liyakat olarak sayılmıştır. Belgede, eşitlik ilkesi: “Yargıçlık makamının gerektirdiği performans açısından asıl olan; herkesin mahkemeler önünde eşit muameleye tabi tutulmasını sağlamaktır.” biçiminde ifade edilmiştir.
Somut olayda; davacı, şüpheli sıfatı ile soruşturma aşamasında tutuklanmış ve hemen akabinde yukarıda ayrıntıları ile yazılı sağlık sorunları meydana gelmiştir. Sağlık heyeti raporlarında, “ani ölüm riski altında olduğu” ayrıca ve açıkça belirtilmiştir. Davacının sağlık sorunlarının, gözaltına alınması ile başlayan ve tutukluluğu ile devam eden süreçte meydana geldiği; en azından, bu sürecin davacıda mevcut olabilecek rahatsızlıklara olumsuz etkide bulunduğu ve yaşamsal tehlike boyutuna ulaştığı anlaşılmaktadır. Şu durumda, ceza yargılaması bakımından koruma tedbirleri ile güdülen amaç ve yaşam hakkı arasında bir çatışma meydana gelmiştir. Bu durumun, yargılama makamları tarafından hassasiyetle değerlendirilmesi ve çatışan yararlar arasında öncelik düşüncesine dayalı bir denge kurulması gerekir. Herhalde, davacının tehdit altında olan yaşam hakkına rağmen; öngörülemeyen bir yargılama sürecinin sonuçlanmasını beklemesi gerektiği kabul edilemez. Çünkü, yaşam hakkı; en kutsal ve birincil haktır. Davacının yaşam hakkının tehlikeye düşürülmesi, elinden alınması halinde; diğer tüm temel hak ve hürriyetlerin hiçbir değeri kalmayacaktır.
Dosya kapsamından, davacı ile benzer isnadlarla suçlanan başka bazı sanıkların; gerek sağlık ve gerekse farklı nedenler gerekçe gösterilmek suretiyle, halen tutuksuz yargılandıkları anlaşılmaktadır. Bu da, eşitlik ilkesinin gözardı edildiği anlamına gelmektedir.
Yine, davacının dosyaya yansıyan öz geçmişi, bilim adamı kimliği; gerek ülke çapında ve gerekse uluslararası düzeyde başarılı çalışmalar yapmış olması; kaçma ve delillerin karartılmasına ilişkin değerlendirmelerde göz önünde bulundurulmak gerekir. İddianamede yer alan iletişimin tesbiti kayıtlarından; davacının, şüpheli sıfatı ile tüm yaşam ve faaliyetlerinin çok yakından izlendiği anlaşılmaktadır. Bu denli teknik imkanlara rağmen; kaçma veya delillerin karartılması ihtimalinden söz edilmesi, inandırıcı bulunmamaktadır.
Yukarıda da vurgulandığı üzere, ceza yargılamasının tutuksuz yapılması asıldır. Koruma tedbiri anlamında tutuklama ise, istisnai bir nitelik taşımaktadır. İstisnanın, kural haline dönüştürülmesi; masumiyet karinesi ve adil yargılanma hakkının ihlali sonucunu doğurmaktadır.
Tespit edilen tüm bu olgular ve açıklamalar ışığında; dava konusu tutukluğunun devamına ilişkin karar ile davacının yaşam hakkının tehlikeye düşürüldüğü; koruma tedbiri ile öngörülen amaç dışında sonuçlar meydana geldiği; eşitlik ilkesine aykırı davranıldığı ve yeterli gerekçe de gösterilmediği, masumiyet karinesinin göz ardı edildiği; bu durumun, yoruma ihtiyaç göstermeyecek derecede açık ve kesin olan kanun hükmüne aykırı olduğu ve ağır kusur oluşturduğu; HUMK’nun 573/2. maddesi uyarınca da, davalıların sorumluluklarını gerektirdiği kanaatine varılmıştır.
Tazminat miktarının takdirinde ise, konunun temyiz mercii durumunda bulunan Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nda da tartışılabilmesine olanak sağlamak amacıyla; kesinlik sınırının üzerinde olması özellikle göz önünde bulundurulmuştur.
HÜKÜM:Yukarıda açıklanan gerekçelerle;
1-Davanın kısmen kabulü ile; her bir davalıdan 1.500′er TL manevi tazminatın alınarak davacıya verilmesine, fazla istemin reddine,
2-Hüküm altına alınan miktarlar üzerinden hesaplanan (178,2)-TL karar ve ilam harcının peşin alınan harçtan düşümü ile kalan (361,8)-TL’nin istek halinde davacıya iadesine,
3-Karar tarihinde yürürlükte bulunan Avukatlık Asgari Ücret Tarifesi uyarınca, davacı yararına takdir olunan 2.000′er -TL avukatlık ücretinin ayrı ayrı davalılardan alınarak davacıya verilmesine,
4-Davacı tarafından peşin olarak yatırılan (178,2)-TL karar ve ilam harcının eşit olarak davalılardan alınarak davacıya verilmesine,
5-Peşin olarak yatırılan karar ve ilam harcı hariç davacı tarafından sarf olunan toplam (35.00)-TL yargılama giderinden; tarafların haklılık oranları gözetilerek takdiren 37/40′nın davacı üzerinde bırakılmasına ve 3/40′nın eşit olarak davalılardan tahsiline,
Gerekçeli kararın tebliğinden itibaren 15 gün içerisinde ve Yargıtay Hukuk Genel Kurulu nezdinde temyiz yasa yolu açık olmak üzere oyçokluğu ile verilen karar; davacı vekilinin yüzüne karşı, davalıların yokluğunda açıkça okunup anlatıldı (4. Hukuk Dairesi, 08/06/2010, 16/11)
Hits: 24594